Türkiye'de "Demokrasi"nin "D"sinin olmadığı günlerde gazeteciliğe başladım. Anayasa bile yoktu. Menderes iktidar olur olmaz, Anayasa'yı değiştirmiş, Teşkilatı Esasiye Kanunu yapmıştı.
Anayasa'da, "Haklar" da vardı, çünkü. Esas Teşkilat Yasası'nda ise sadece görevler..
Bugün çok doğal bulduğumuz ve çiğnendiğini düşündüğümüzde kıyametleri kopardığımız "İnsan hakları" lafta bile yoktu.
Menderes'in son dönemi, ilan ettiği Sıkı Yönetim'le, mevcut bir iki hakkın da askıya alındığı tam bir dikta oldu. O devirde gazete çıkarırdık işte..
Bugünkü gibi yaygın ve güçlü özel teşebbüs olmadığı için gazetelerin ana geliri, devletin resmi ilanları ve devlet ticari kurumlarının (Ziraat Bankası gibi) reklamlarıydı. Menderes emir verdi mi, resmi ilanlar kesilirdi. Bizimki kesildi, maaş alamaz hale geldik.
Gazetelerin yaygın haber alma teşkilatları yoktu. Hele bizim gibi küçük gazetelerin tek kaynağı Anadolu Ajansı'ydı.
Menderes emir verdi mi, Ajans o gazeteye bülten vermeyi keserdi. Bizimki kesildi.
Gazetelerin tek iletişim aracı telefondu. Menderes emir verdi mi, telefonlar da kesilirdi. Bizimki kesildi.
Her şeye rağmen elde edilen ve gazeteye ulaştırılan haberin girmesini de Menderes'in paşaları, Sıkı Yönetim Komutanları, günde ortalama 10 tane gelen "Yayın Yasağı" bildirileri ile engellerlerdi.
Tüm bu baskılar yetmemiş, Menderes bir de Tahkikat Komisyonu çıkarıp, canının istediği gazeteyi, yetmez, o gazeteyi basan matbaayı da kapatma yetkisi almıştı ki, gazete ve matbaa sahiplerine de dehşet salsın..
Köşe yazarları, satır aralarında bir şey anlatmaya, eleştirmeye teşebbüs ettiler mi, Yazı İşleri Müdürleri bu yazıları yayınladılar mı, sabah evlerinden alınırlardı. Nereye, neden gittiklerini kimse bilmezdi. 48 saat içinde savcının ve doğal mahkemesinin önüne çıkarılmak diye bir hakkın adı bile yoktu.. Dedim ya, Esas Teşkilat Kanununda "Hak" diye bir şey yoktu ki..
Polisteki dostlarımız aracılığıyla, arkadaşımızın nerede göz altında olduğunu öğrenebilirsek ne mutlu olurdu bize.. Çamaşır, giyecek, yorgan falan götürürdük. Öğrenemezsek, rutubetli betonda tişörtle uyuma, romatizma..
27 Mayıs sabahı yatağı, yorganı, yüz yıkayacak suyu olduğu için Ankara Hilton dediğimiz, bugün müze olan yasal hapishaneden yığınla gazeteci çıktı. Onlar şanslı olanlardı. Yığınla gazeteci de, "Aaa!.. Buradalarmış" dediğimiz kenar bucak karakolların nezarethanelerinden..
Şimdi bunları niye yazdım..
Efendim, Milliyet Gazetesi'nde yayınlanan tutanakların barış sürecine kötü etki yapabileceğini düşünen Başbakan öfkelenmiş. Tutanakları yayınlayan gazete (Milliyet) ve o yayını savunan gazeteciyi (Hasan Cemal) sert sözlerle eleştirmişti.
Hasan Cemal'in, bu hafta başında birinci sayfadan anons edilerek Milliyet'le yollarının ayrıldığı duyurulunca, suçlu bulundu.
Efendim, kabahat başbakandaydı..
Hayır, değildi.. Onu anlatmak istiyorum..
Bu ülkede ifade özgürlüğü varsa, biz gazeteciler bu hakkı şiddetle savunuyorsak, ayni özgürlüğü bizi eleştirenlere de tanımalıyız.
Başbakan dahil.. Ben başbakanı eleştiriyorum da, o beni niye eleştirmesin?. Başından beri, başbakanın konuşma dozunu hafif, yüzünü güler istiyorum. Öfke, dehşet, kin, nefret ifadelerinden uzak durmasını diliyorum ama belli etrafı veriyor gazı..
"Beyefendi gene perişan ettiniz.. Dağıttınız.. Bitirdiniz.."
O zaman da böyle oluyor.. Ama netice olan, Başbakanın ifade özgürlüğünü bir şekilde kullanması..
Peki sonuç?. Hasan Cemal'in aslında "Resmen" kovulması..
Kovan şimdi Başbakan mı, oluyor?..
Hayır!..
Gazetenin patronu oluyor..
İşte Menderes günlerini, bugünle mukayese kabul etmez Menderes günlerini bu gerçeği iyi anlamanız için özetledim..
Öyle bir devirde, zerre teminatın, zerre güvenliğin, zerre hakkının olmadığı, her şeyin ama her şeyin başbakanın iki dudağının arasında bulunduğu günlerde, onlarca "Omurgalı" patron, tek fire vermedi..
Bugün Hasan Cemal susturuldu.
Söyleyin bakalım, susturan kim?.