Geçtiğimiz hafta içinde Brookings Enstitüsü tarafından her yıl Katar'ın başkenti Doha'da düzenlenen ABD ve İslam Dünyası Forumu bu sefer Washington'da toplandı. Toplantı vesilesiyle Amerika'ya gelen İslam dünyasının önde gelen aydınları 3 gün boyunca Arap dünyasındaki gelişmelerin Batı ve İslam âlemi üzerinde nasıl etkilerde bulunacağını ve daha birçok konuyu tartıştı. Ferid Zekeriya'nın yönettiği toplantının açılış panelinde konuşmacılar, Zbigniew Brzezinski, Ürdün Dışişleri Bakanı Nasır Cude, Senatör John Kerry ve Türkiye'den İbrahim Kalın'dı. Başbakan Erdoğan'ın dış politika danışmanlığı görevini akademik kimliğiyle başarıyla birleştiren Kalın, kendisinden daha kıdemli ve tanınmış panelistlerin olduğu bir platformda olmasına rağmen izleyicilerin "Türkiye modeli" konusuna yoğun ilgi göstermesi nedeniyle diğer konuşmacılara oranla daha ön plana çıktı. Bu toplantı vesilesiyle bir kez daha ortaya çıktı ki, Türkiye'nin AK Parti deneyimi hem İslam dünyasındaki hem de Amerika'daki aydınlar için son derece ilginç dersler sunuyor. Öte yandan her ne kadar Türkiye modeli konusunda genel ton ve yorumlar olumlu olsa da, son dönemde yoğunluk kazanan basın özgürlüğü tartışması ve tutuklamalar soru işaretlerini de beraberinde getiriyor.
Bu 3 günlük toplantı boyunca benim ilgimi çeken başka bir konu bir süredir gündemden düşmüş olan İran ve nükleer silah meselesinin Arap ve Amerikalı katılımcılar arasında yoğun şekilde tartışılmasıydı. Toplantı Washington'da olunca Körfez ve Arap ülkelerinden yoğun katılım olmasına rağmen doğal olarak İran'dan katılım çok azdı. Suudi Arabistan'dan gelenler arasında Amerika'ya karşı ciddi bir öfke vardı. Bunun nedeni Obama yönetiminin Mübarek rejimini korumamış olmasıydı. "Dün Mübarek'i korumayan ABD, yarın aynı şekilde Suud ailesini de feda edebilir"algılaması nedeniyle Riyad yönetimi oldukça tedirgin gözüküyor. Bu açıdan bakınca Ortadoğu'daki güç dengesinin temel taşlarından biri olan ABD-Suudi Arabistan ittifakında bir çatlak oluşmuş durumda. Suudi Arabistan'ın Washington'dan onay almadan Bahreyn'e asker göndermesi, Libya'ya konusundaki çekimserliği ve içerde yaşanacak olası bir halk ayaklanması durumunda ABD'ye güvenmek yerine gittikçe Pakistan ile askeri işbirliğini güçlendirmesi bu çerçevede okunmalı.
Bütün bunlara rağmen ABD ve Suudi Arabistan'ı kader ortaklığı yapmaya iten en önemli faktör İran. Gerek Amerikalı, gerekse Suudi Arabistanlı yorumcular ve yetkililer Arap dünyasındaki gelişmelerin İran'ı güçlendirdiğini düşünüyorlar. Nedeni gayet basit. Petrol fiyatları Ortadoğu'daki karışıklık nedeniyle aldı başını gidiyor. Varil fiyatları son iki ayda 80 dolardan 120 dolar seviyesine çıktı. Bu durum ekonomisi petrol ihracatı üzerine kurulu İran'ın rahat nefes almasını sağlıyor. Tam da BM ve Avrupa Birliği tarafından uygulanan sertleştirilmiş ekonomik ve finansal yaptırımların etkisini göstermeye başladığı bir zamanda Tahran'ın bu ekstra petrol gelirine çok ihtiyacı vardı.
Aynı şekilde İran'a yarayan başka bir konu daha var: Şu aralar bütün dünyanın gözü Libya ve Arap dünyasındaki gelişmeler üzerinde olduğu için İran nükleer enerji konusunda Tahran daha rahat adım atabiliyor. Bu tablo içinde Tahran'ı tek rahatsız eden gelişme Suriye'nin karışması. Şam'da Başar Esad rejiminin zayıflaması veya çökmesi İran açısından ciddi bir stratejik kayıp olacaktır.
Sonuç olarak Ortadoğu'daki kaos Suriye hariç olmak üzere, büyük oranda İran'a yararken, ABD, İsrail ve Suudi Arabistan cephesinde sorunlar çoğalıyor. Yeri gelmişken Netanyahu yönetiminin de Mübarek'e destek vermemiş olmaması nedeniyle ABD'ye kızgın olduğunu belirtelim. Hem Mısır'ı hem de Türkiye'yi kaybetmiş durumda olan bir İsrail için şimdi de Amerika'ya güvenemiyor olmak "travmatik" bir durum oluşturuyor. Yakınlarda Washington'u ziyaret edecek olan Netanyahu, Kaddafi rejimine karşı oluşan NATO koalisyonunun İran konusunda da sert mesajlar vermesini isteyecektir muhtemelen.