ABD kamuoyu geçen hafta Sincan'ı ve Urumçi'yi keşfetti. Maalesef ciddi bir şekilde kan dökülmeden olmuyor bu işler. Amerika'da gündeme girmenin böyle bir bedeli var. Çin'de baskı ve zulüm denince Tibet dışında bir şey bilmeyen Amerikan kamuoyu, Çin'de aynı zamanda Müslüman bir azınlık olduğunu da böylece öğrenmiş oldu. Bu azınlığın maruz kaldığı kültürel, ekonomik sosyal baskılar açısından Tibet'teki azınlıktan pek de farklı bir durumu yok aslında. Öte yandan, Uygurların Tibet kadar tanınmıyor olmasında Dalay Lama gibi Nobel Barış Ödülü almış karizmatik bir liderleri olmayışının payı büyük. Hollywood'un gözdesi ve tabii ki Budizm'in güler yüzlü simgesi Dalay Lama Amerika'da adeta bir rock yıldızı gibi karşılanıyor. Ama şimdi ABD yavaş yavaş Sincan'ın karizmatik Dalay Lama'sını keşfediyor. Geçen hafta Amerikan gazete ve televizyonları bu güler yüzlü babaanne ile görüşmek için sıraya girdi. Evet, Çin hükümetinin "Urumçi'deki olayları başlatan kadın" olarak suçladığı Rabia Kader'den bahsediyorum.
Bir zamanlar, Çin'in en zengin yatırımcılarından biriyken 1999'da eşinin ABD'ye iltica etmesi sonrasında büyük baskısıyla karşılaşan Rabia Kader, Çin'de altı yıl cezaevinde yatmış. Mart 2005'te sınır dışı edilmiş ve bu tarihten beri ABD'de yaşıyor. Bugün 62 yaşındaki bu babaanne, kendisini Uygurların "Dalay Lama"sı olarak görenlere kibarca "Ben Dalay Lama gibi dini bir lider değilim" diyor. Amerikan kamuoyunu kendisine hayran bırakan o sevimli ve kederli yüz ifadesiyle gülümseyerek ekliyor: "Dalay Lama olamam ama Uygurların 'Gandi'si olmak isterdim."
Aslında ne Gandi ne de Dalay Lama olan ve kendisine mütevazı bir şekilde sadece "Uygurların kızı" diyen Kader, başkanlığını yaptığı Dünya Uygur Kongresi aracılığıyla, Doğu Türkistan'daki Türk kökenli Sünni nüfusun hakları için mücadele veriyor. Son bir haftadır Amerikan basınına verdiği her mülakatta Uygur halkının Sincan'da giderek artan baskı rejimine haklı öfkesini yansıtıyor: "Her alanda ayrımcılık kurbanıyız. 100 bin kadar Uygur siyasi görüşleri ve dinsel inançları nedeniyle cezaevinde" diyor. Ama tahmin edeceğiniz gibi Çin hükümeti Urumçi'deki kanlı olaylardan sadece ve sadece ABD ve Rabia Kader'i sorumlu tutuyor. Türkiye'de Kürt meselesinde duymaya çok alışkın olduğumuz "dış mihraklar" edebiyatı yapılıyor bolca şu aralar Pekin'de. '
Dil ve din baskı altında'
Rabia Hanım bu konuda çok net: "Eylemleri kesinlikle teşvik etmedim. Benim yakınım olan herkesin yetkililerce hedef seçilebileceğini biliyordum. Şimdi de onların hayatından endişe ediyorum. Dokuz torunum için korkuyorum" diyor. Kader'e göre bütün olaylar Guangdong vilayetinde iki Uygur işçinin öldürülmesiyle başladı. Bu cinayetlere sessiz kalan Çin hükümetini protesto etmek isteyen Uygur göstericilerle polis arasındaki olaylar sonrasında şehirde Hanlar ve Uygurlar arasında barbarca olaylar başladı.
Peki şimdi ne olacak? Bütün bu dökülen kan sonrasında Amerika'da en çok merak edilen konu Uygurların ne istediği. Rabia Kader bu soruya şöyle cevap veriyor: "Uygurların dili ve dini büyük baskı altında. Biz bunun son bulmasını istiyoruz. Çin hükümeti göstermelik olarak camileri açık tutuyor ama camiye giden herkesi Çin sivil polisi takip ediyor. Çin Anayasası, Doğu Türkistan'da Uygur dilinin Çince ile birlikte resmi dil olmasını garanti ediyor. Ama Çin hükümeti bu anayasal hakka bile riayet etmiyor. 2003'ten beri okullarda ve üniversitelerde Uygur dili tamamen yasak. Biz bütün bu ayrımcılıkların sona ermesini istiyoruz."
Amerika böylece geçtiğimiz hafta Uygurları ve Rabia Hanım'ı keşfederken, cuma günü ajanslara Türkiye'nin Çin'de yaşananları bir "soykırım" olarak nitelediği haberi düştü. Şaşırdım kaldım. Haberi duyan bir Amerikalı yetkilinin telefondaki tepkisi gayet açık ve manidardı: "Eğer dünyada soykırım suçlaması yapma konusunda biraz daha titiz davranması gereken bir ülke varsa o da herhalde Türkiye'dir." Bizden hatırlatması.