İnternet'ler, site'ler, web'ler, com'lar... Yakında kitap almak için kimse kitapçıya gitmeyecek, geçecek bilgisayarının başına, tıklayacak. Sayfa çevirmenin keyfi, kâğıt kokusu, mürekkep kokusu bütün bütüne yokolacak.
Kimbilir kaç yıl oldu... Edith Hamilton'ın Mitologya'sını çevirmiştim. Yaşar Nabi'ye götürdüm.
Daktiloyla yazılmış sayfalardan oluşan bir dosya. Yaşar Nabi dosyanın üstüne hemen kadratı, puntoyu yazdı, birini çağırdı, çeviriyi basımevine gönderdi.
"Okumayacak mısınız?" diye sordum.
"Yayımlanınca okurum," dedi. "Kitap olarak okumak daha güzel."
Çeviri ücretini alıp kendimi Ankara Caddesi'ne vurunca dünyalar benimdi. Hem cebim para görmüştü, hem de çevirisini Yaşar Nabi'nin tek satırını bile okumadan yayımlayacağı, güvendiği bir yazardım.
O arada kendi kendime mırıldandığımı hatırlıyorum:
"Doğru. Kitap okuma keyfi, ne olursa olsun, dosya kâğıtları okumaya değişilir mi?"
***
Çocukluktan ilkgençlik yıllarına adım attığım dönem. Antep. En sık uğradığım, günümün büyük bir bölümünü geçirdiğim yer
Arif Güzel'in üç-dört metrekarelik kitabeviydi.
İlkokul öğrencisiydim, ama sevgili Arif Amca yaşıtıymışım gibi konuşurdu benimle. Bir yandan kitap ciltlemeyi sürdürür, bir yandan da
Naki Tezel'den söz ederdi. Yazarlar üstüne, kitaplar üstüne ciddi ciddi tartışırdık.
Bana kitap önermesine gerek yoktu. O gün postadan ne çıkmışsa bahtımıza... Sardırmazdım kitabı. Yolda kapağına bakardım uzun uzun. Eve gidince doğru mutfağa. O sıralar bizde kitap açacağı, kâğıt keseceği ne gezer! Küçük, keskin bir bıçak, tamam. Salondaki masanın başına oturur, sayfaları özenle açmaya koyulurdum. Şimdiki gibi üç yanı
"tıraşlı" olmazdı kitapların. Minicik yürek çırpıntılarıyla, bitmesini istemediğim bir sevinçle, sevecenlikle, usul usul açardım. Sonra mutfağa götürürdüm bıçağı. Yine salona geçer, kitabı alıp pencerenin yanına otururdum.
Hemen okumaya başlamak yok öyle. Önce kitabı koklayacaksın, kâğıt kokusunu, mürekkep kokusunu alacaksın. Elindeki kitabı beyninde, yüreğinde, bütün bedeninde duyacaksın. İçindeki gizemi sezmeye, kestirmeye çalışacaksın.
Okumaya bu törenden sonra geçilebilirdi.
Sinemaya film başlamadan bir süre önce gidip salonu koklamak, kendini bir coşkuya hazırlamak gibi.
***
Biraz daha büyüyünce
Balabancık'ların,
Köprüaltı Çocukları'nın yerini
On İkinci Gece'ler,
Budala'lar,
Hile ve Sevgi'ler aldı. Durağım sadece Arif Amca'nın kitabevi değildi artık, Milli Eğitim Bakanlığı kitabevini de
"ikinci mesken" bellemiştim. Koca katalogu evde uzun uzun inceler, alacağım kitapların yanına çarpı işaretini kondururdum.
O kitapların da ayrı bir çekiciliği vardı. Yalın bir çekiciliği. Beyaz kapak dünyanın bütün renklerini içeriyordu sanki. Remzi Kitabevi'nin klasikleri gibi.
Ya Yeditepe Yayınları?
Cemal Süreya'nın
"Bir kitapta resim şart"ının kaynağıydı sanki. Hepsi resimliydi. Kapaklar öylesine güzeldi ki, açmaya kıyamazdınız.
Varlık Yayınları, kapak kartonundan başlayarak, daha bir
"halka inmiş" gibiydi.
Ayrı bir kişiliği vardı hepsinin. Remzi Kitabevi'nin
Steinbeck'i başka, Yeditepe Yayınları'nın
Steinbeck'i başka, Varlık Yayınları'nın
Steinbeck'i başkaydı sanki.
Gazap Üzümleri, Kasımpatılar, Fareler ve İnsanlar değişik yazarların ürünleri değildi elbet. Ama üçü de, üç ayrı yayınevinin üç ayrı sunuş biçimiyle, kitap denilen somut nesnenin varoluşundaki farklılıklarla geliyordu önümüze.
***
Şimdi bakıyorum da, kitap bir nesne olarak önemini yitirmiş. Yayınevleri eskiye oranla biçim açısından çok daha özenli ürünler sunuyorlar. Okur onlardan birini alınca,
"Aaa, ne güzel basılmış," diyor, sonra hemen başlıyor okumaya. Kitabı kapağıyla, sırt yazısıyla, kâğıdıyla, kalınlığıyla, inceliğiyle, boyuyla posuyla sevme yok. Ona dokunmanın yarattığı coşku yok. Önemli olan içindeki yazılar.
***
Ben ne zaman bir kitap okudumsa, onun içeriğini hep elimdeki nesneyle bütünleştirdim.
Grimm Kardeşler'in
Gençlik Hikâyeleri'yle başlayıp
Reşat Nuri Güntekin'in
Çalıkuşu'suyla,
O'Henry'nin
Bolivar İki Kişiyi Çekemez'iyle,
Anatole France'ın
Allahlar Susamışlardı'sıyla süren okuma serüvenimde o nesneyi içimin bir yerlerindeki titreşimle korudum.
Bilemiyorum, tutuculuk mu bu? Belki de bugünün gençleri kitapları sadece bilgisayar tıklarıyla hatırlayacaklar ileride. Yeni teknolojik gelişmelere benim gibi burun kıvıracaklar,
"Nerede ekranda kitap okuduğumuz o güzel günler," diyecekler.