"Yeni yıl dünyada barışa kutlu ve mutlu olsun."
Bunu kısa mesajla gönderen genç üniversite sınavlarına hazırlanıyor.
Kaç yıl okula gitmiş, başka kitap olmasa bile, ders kitapları okumuş, iyi-kötü bir şeyler yazmış çizmiş, o kadar yıldan sonra böyle bir cümle kuruyor.
Bizim dönemimizde böyle bir şey yazsak, öğretmenimizden bir dayak yemediğimiz kalırdı.
***
Okullarda Türkçe öğretiliyor mu?
Dili doğru kullanmak yazarlara özgü bir şey olmamalı. Kim olursa olsun, anadilini anlaşılır biçimde konuşabilmeli. Konuşabilmeli ki, düşüncelerini, görüşlerini, dileklerini de anlaşılabilir biçimde aktarabilsin.
Anadilini bilmeyen kimse, düşüncelerini aktarmak bir yana, onları kendi kafasında oluşturmakta bile güçlük çeker.
Eskiden okullarda "tahrir" diye bir şey vardı. Belirli konularda yazarken dilimizi geliştirir, bir yandan da düşüncelerimizi belirli bir mantık düzeni içinde oluşturmaya, sonra aktarmaya çalışırdık.
Sözgelimi, "Damlaya damlaya göl olur"u yorumlarken, Türkçeyi kullanmayı da öğrenirdik.
Şimdi öyle mi? "Test" icat oldu, Türkçe bozuldu. Soru: "Damlaya damlaya göl olur... Nedir?"
Yanıtlar: "(a) Coğrafya terimi; (b) Atasözü; (c) Hava tahmini; (d) Doğu Anadolu'da hidroelektrik santrali."
Atıyorsun bir çarpı işareti "b"ye... Hadi, geçmiş olsun.
Biz okulda "yazma"yı öğrenirdik. Şimdi "işaretleme" öğretiliyor.
***
Testten sonra şimdi başımızda SMS var. Al cep telefonunu eline, ileteceğini en az kelimeye indir, kısaltmalar yap, bas düğmeye, tamam.
Dil mi? Hiç önemli değil. Karşındaki ne diyeceğini anlar zaten.
Ya elektronik posta? E-mail?
Onda da noktalama işaretleri, büyük harf, küçük harf hak getire. Herkesin önünde bilgisayar var ya, sorun yok.
PTT bile mektup taşımaktan çok başka şeylerle ilgileniyor. Mektup denilen şey maziye karıştı karışacak.
Belki karıştı bile.
Herkesin elinde cep telefonu... Mektuba ne gerek var? Santrale şehirlerarası arama yazdırabilmek bile sorundu. Yazdırdığınız numaranın bağlanması bile saatler sürerdi. Gelsin kalem kâğıt... İletişimin temeli mektuptu. Aceleniz varsa telgraf...
***
Mektup yazarken, farkında olmasanız bile, dil üstüne kafa yorar, düşüncelerinizi belirli bir düzen içinde aktarmaya çalışırdınız. "Evvela mahsus selam ederim" diye başlayan mektuplarda bile böyleydi bu.
Hiç unutmuyorum, bir tren yolculuğunda karşıma "afili bir delikanlı" düşmüşü kompartmanda.
Kitap okuduğumu görünce utana sıkıla, "Ağabey," demişti, "bir mektup yazdırsam yazar mısın? İnince nişanlıma postalarım."
Kimbilir kaç istasyon sürmüştü mektubun yazılması. "Orası iyi olmadı... Şöyle desek... Ağabey, sana zahmet, orasını bir daha yaz..."
Düşüncelerini aktarırken bir yandan da dille oynuyordu.
"Mektubumu alır almaz... Yok yok, mektubumu alır almaz içindekini bilmez ki... Ancak okuyunca bilir. Şöyle diyelim, ağabey: Mektubumu okur okumaz plağa 'Ver saki' şarkısını koy. Onu çal, beni düşün... Yoksa 'beni hatırla' mı desek?.."
***
Sokaktaki adamın dağarcığında kaç kelime var acaba? 500 mü, 300 mü? Bana sorarsanız, 100 bile abartılı bir sayı. Bu kadar kelimeyle (üstelik onları doğru ve düzgün kullanmayarak) ne düşüneceğiz, ne yaratacağız, ne anlatacağız?
Yakında bu durumu bile arayacağız diye korkuyorum. Testlerde, SMS'lerde, emaillerde hiç olmazsa birtakım kelimeler okuyor, birtakım harflere basıyoruz. Yakında "yeni icat"larla o da yok olacak.
Dil açısından tarih öncesine öylesine hızla yolculuk ediyoruz ki, beş-on yıla kalmaz çarşıda pazarda "Hogurk mırk gurk!" "Hooop! Tagır mugark!" gibisinden konuşmalara tanık olabiliriz.