Dili doğru kullanmak yazarlara özgü bir şey olmamalı. Kim olursa olsun, anadilini anlaşılır biçimde konuşabilmeli. Konuşabilmeli ki, düşüncelerini, görüşlerini, dileklerini de anlaşılabilir biçimde aktarabilsin.
Anadilini bilmeyen kimse, düşüncelerini aktarmak bir yana, onları kendi kafasında oluşturmakta bile güçlük çeker.
Eskiden okullarda "tahrir" ya da "kompozisyon" diye bir şey vardı. Belirli konularda yazarken dilimizi geliştirir, bir yandan da düşüncelerimizi belirli bir mantık düzeni içinde oluşturmaya, sonra aktarmaya çalışırdık.
Sözgelimi, "Damlaya damlaya göl olur" u yorumlarken, Türkçeyi kullanmayı da öğrenirdik.
Şimdi öyle mi? "Test" icat oldu, Türkçe bozuldu. Soru: "Damlaya damlaya göl olur... Nedir?"
Yanıtlar: "(a) Coğrafya terimi; (b) Atasözü; (c) Hava tahmini; (d) Doğu Anadolu'da hidroelektrik santrali."
Atıyorsun bir çarpı işareti "b" ye... Hadi, geçmiş olsun.
Biz okulda "yazma" yı öğrenirdik. Şimdi "işaretleme" öğretiliyor.
***
"Dili doğru kullanmak yazarlara özgü bir şey olmamalı" dedim. Bazı yazarları okurken onların bile ne büyük yanlışlar yaptığını görüp üzülüyorum.
Çok gerilere gitmeyelim, yakın zamanlara kadar bir yazar değerlendirilirken önce onun dili nasıl kullandığına bakılırdı. Sait Faik'in "üslup" uğruna yaptığı Türkçe yanlışları bile uzun uzun eleştirilirdi. Şimdi öyle mi? Dil savrukluğuyla "üslup yaratmak" moda oldu. Dile özen gösteren, önem veren yazarların sayısı gittikçe azalıyor.
Ya üslup kaygısını bir yana bırakıp söyleyeceğini açık açık söylemesi gereken habercilere, yorumculara ne demeli? Televizyonda bir haber bültenini, bir açık oturumu on dakika dinlemek ya da herhangi bir dergiyi, bir bülteni, bir bildiriyi okumak, karamsarlığa kapılmak için yeterli. (İnanılmaz şarkı sözlerinden söz etmek bile istemiyorum.)
***
Sokaktaki adamın dağarcığında kaç kelime var acaba? 500 mü, 300 mü? Bana sorarsanız, 100 bile abartılı bir sayı. Bu kadar kelimeyle (üstelik onları doğru ve düzgün kullanmayarak) ne düşüneceğiz, ne yaratacağız, ne anlatacağız?
Gidiş öyle bir gidiş ki, yakında bu durumu bile arayacağız diye korkuyorum. Dil açısından tarih öncesine öylesine hızla yolculuk ediyoruz ki, beşon yıla kalmaz çarşıda pazarda "Hogurk mırk gurk!" "Hooop! Tagır mugark!" gibisinden konuşmalara tanık olabiliriz.
***
Hafta içinde bir derginin "şiirin tehlikeleri" konusundaki sorusuna yanıt yazarken bir soruşturmayı hatırladım. Adam Sanat'ın eski sayılarına daldım. Sonunda bir mucize oldu, aradığımı buldum.
Soruluyor: "Yakın yıllara dek devlet şiiri tehlikeli bulur, yargılar, şairleri cezalandırmak, sindirmek için çaba gösterirdi. Günümüzde ise bu tavrından uzaklaşmış görünüyor. Bu süre içinde ne değişti? Şairler artık 'uslu' şiirler mi yazıyor? Rahatsız eden, 'suç işleyen' şiire ne oldu?"
Baştan söyleyeyim, bence en güzel yanıtı Memet Fuat vermiş.
***
Şiir aynı şiir. Şiire bir şey olduğu yok. Sadece çağ değişti. Teknoloji gelişti. Dünya küçüldü. Geçmişin "rahatsız eden, suç işleyen" şiirlerine bakın, şimdi hiçbirinin kimseyi rahatsız etmediğini görürsünüz.
Herkesin at gözlükleri içinde sadece iki metre önünü görebildiği dönemde, dünya "rivayetler" den oluşmuş esrarlı bir yerdi. Televizyon yoktu. İnternet yoktu. Gazeteler, haber kovalayan muhabirlerini bir yerden bir yere tramvaylarla, kayıklarla gönderiyorlardı. Böyle bir ortamda "Kalkın ey ehli vatan!" denildi mi, ehli vatanın gerçekten naralar atarak ayağa kalkacağından, yerleşik düzenin bozulacağından korkuluyordu.
Şiir gerektiğinden çok önemseniyordu.
***
Günümüzde şiir nedir ki, tehlikesini konuşalım?
Şiir bir zamanlar dünyayı değiştirebilirdi belki, ama şimdi dünyayı değiştirecek o kadar başka şeyler, o kadar güçlü şeyler var ki.
Ne demiş Memet Fuat:
"İnanılmaz şey! Kim merak etmiş olabilir bunu? Yoksa yargılanmak, sindirilmek, başka bir söyleyişle, halkın gözünde yücelmek isteyen birileri mi var? Araya böyle
fanteziler de mi karışmaya başladı."
Memet Fuat, yıllar önce yazdığı bir yazısını, "Şiir düşmanlarını içinde taşıyor" cümlesiyle bitirmişti.
Şiir galiba megalomanlarını da içinde taşıyor.