Kürt sorununun iki yönü var. İlki "Güvenlik". İkincisi ise "Özgürlük, insan hakları, demokratikleşme."
30 yıl boyunca gelmiş geçmiş tüm hükümetler birinci yönü öne çıkaran politikalar izlediler. Kürt sorununu güvenlik sorununa indirgediler. Ya da "Güvenlik sorunu çözülmeden Kürt sorunu tartışılamaz" yaklaşımını sergilediler.
Güvenlik sorununu ise "Daha az özgürlük", "Daha çok baskı", "Daha dar demokrasi" ile çözmeye çalıştılar.
Bilanço ortada: Kimilerine göre 40 bin, kimilerine göre ise 50 bin civarında can... Haritadan silinmiş köyler... Faili meçhuller. Mahvolan bir coğrafya... Ruh sağlığını yitirmiş milyonlar... Ve daha neler neler...
Üstelik ödenen bu ağır bedele rağmen güvenlik sorunu çözülemedi. Çözülemeyeceği de anlaşıldı. Dahası aynı politikalarda ısrarın uluslararası hukuk platformlarında Türkiye'nin başını ciddi biçimde ağrıtacağı da görüldü.
"Açılım" politikaları meşruiyetini ve toplumsal desteğini işte bu tespitlerden alıyor.
"Açılım" politikaları gücünü ise dünyadaki yeni gerçeklerden sağlıyor: Hiçbir devlet halkının bir bölümünü en temel, doğuştan sahip olduğu haklardan yoksun bırakamaz.
Hangi gerekçeyle olursa olsun. Ayrıca hiçbir devlet kendi topraklarını bombalayamaz, ormanlarını yakamaz, köylerini boşalttıramaz, insanlarını göçe zorlayamaz...
"Açılım" politikalarının ivediliği ise uluslararası konjonktürün dayatmalarından kaynaklanıyor. Bu Balkanlar'dan Kafkaslar'a, Ortadoğu'ya kadar uzanan coğrafyaya çekidüzen verilmesinde Türkiye bir görev alacaksa, önce evinin içinde çekidüzeni sağlamak zorunda.
Bu da İçişleri Bakanı Beşir Atalay'ın belirttiği gibi, sürecin "Cesaretle", "İçtenlikle", "Kararlılıkla" götürülmesinden geçiyor.
Yetmez. Bir önemli kriter daha var: "Soğukkanlılık" la hareket edilmesi.
Daha açık söyleyelim: "Açılım" en küçük bir hatayı bile kaldırmaz, kaldıramaz.
Buna ister "Uzun ince bir yolda yürümek" deyin, ister "Sırat Köprüsü'nden geçmek..."
Biz Türkiye'nin bu sınavdan gücüne yaraşır bir başarıyla çıkacağına kesinlikle inanıyoruz.