Biliyoruz, bugün Türkiye'nin gündemini daha şimdiden Ermenistan'la ilişkilerin normalleştirilmesinin önemli bir adımı diye tarihe geçen Çifte Protokol oluşturacak.
Ancak biz Paris'teki son akşamımızda (Daha doğrusu gecemizde; çünkü bu yazıyı buranın saatiyle gece yarısından, Türkiye saatiyle de 01'den sonra hazırladık) yine Fransa'da Türkiye Mevsimi'nin en önemli etkinliği olarak gösterilen "Bizans'tan İstanbul'a: İki Kıta İçin Bir Köprü" sergisine ayıracağız.
Çünkü Ermenistan'la ilişkiler şöyle veya böyle bir gün mutlaka normalleşecek ama Avrupa'daki, özellikle Fransa'daki inatçı, iflah etmez Türkiye karşıtlığını "Komşularımızla sıfır düşmanlık" politikalarından çok "Avrupa ile çok boyutlu dostluk" politikaları kırabilecek. Bunun da hem en geçerli, hem de en sağlam yolu, Anadolu'nun binlerce yıllık tarihini ve o topraklarda yaşayan halkların nice uygarlıkların bekçisi veya yaşayan temsilcisi olduğunu anlatmaktan, hayır kafalara kazımaktan geçiyor.
Bir sanat şöleni
Sergi Paris'in en prestijli mekânlarından "Le Grand Palais"de (Büyük Saray) düzenlendi. (Not: 25 Ocak 2010'a kadar açık kalacak. O tarihe kadar yolu Paris'e düşecek SABAH okurlarının mutlaka birkaç saatlerini ayırıp gezmelerini tavsiye ediyoruz. Zira İstanbul'un 8 bin yıllık tarihinin bu kadar çok tanığını bir daha bir arada görmeleri mümkün değil. Neden? Yanıt: Sergilenen 500'ü aşkın eserden kimi Louvre'den getirildi. Kimi Selanik'ten, Atina'dan, kimi Belgrad'dan, Brüksel'den, kimi Londra'dan ve özel koleksiyonlardan...)
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve aralarında bakanların da bulunduğu Türk heyeti ile başta Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy olmak üzere Fransız ev sahipleriyle birlikte sergiyi açtık. Akşam bir kez daha gittik. Gözlerimize inanamadık; Büyük Saray'ın sergiye ev sahipliği yapan "Ulusal Galeriler" bölümünün önünde uzayıp giden bir kuyruk vardı. Parisliler daha ilk günden sergi için yollara dökülmüşlerdi.
"Büyük Saray" yönetimi hayatından memnundu; hemen bitişikteki binada düzenlenen iddialı "20'nci Yüzyılda Renoir" sergisi tek-tük ziyaretçi çekerken, Neolitik, Antik Yunan, Roma, Bizans, Osmanlı dönemlerinin İstanbul'unu anlatan "İki Kıta İçin Bir Köprü" gişe hasılatı rekoruna adaylığını koymuştu.
Akşam, koşuşturmadan uzak, zamanı gözetmeden bir kez daha sergiyi gezdik. Kentin kurucusu kabul edilen Byzas adına basılan paranın, Triton büstünün, Herakles'in büyüleyici heykelinin, 1949'da Silahtarağa'da topluca bulunan Selena'dan Artemis'e kadar birçok tanrı ve tanrıçaya ait gözkamaştırıcı heykeller demetinin, bugün bile ulaşılamayan mükemmellikteki anforaların, Theodotos'un, Lollia Salvia'nın, Matradoros ve Kalligeitori'nin günümüze neredeyse hiç bozulmadan ulaşmış stellalarının önünde uzun uzun durup geçmişe yolculuk yaptık.
Aynı şekilde Bizans mücevherlerinin, sikkelerinin ve Constantin'den 2'nci Valentien'e, Arcadius'ten 2'nci Theodose'a kadar birçok imparatorun büstlerinin önünde de.
Milletten ulusa geçmek
Ve de Fatih Sultan Mehmet'in karalama defterinden padişah kaftanlarına, çeşitli padişahların adına çıkarılmış sikkelerden 600 yıl süren imparatorluğun farklı dönemlerini tasvir eden minyatürlere, tablolara kadar Osmanlı'yla ilgili hepsi birbirinden gözkamaştırıcı parçaların önünde de.
Ama bizi en çok serginin son bölümünde yer alan 6 mezartaşı etkiledi. Biri yeniçeri ocağında semerci olan birine aitti, bir diğeri rahmindeki bebeğiyle ölmüş bir anneye (Not: Annenin mezartaşının içine, evet içine doğmamış bebek için de bir taş kazılmıştı), bir başkası bir Rum erkeği, diğeri tam evlilik hazırlıkları yaparken nişanlısıyla birlikte hayata veda etmiş bir Yahudi genç kıza ve nihayet son ikisi de bir Ermeni ile Ermeni'yle evli bir Gürcü kadına ait 6 mezartaşı...
Sergiye ayırdığımız zamanın en iri dilimini o mezar taşları önünde geçirdik. Çünkü onlar çokuluslu, çok kültürlü, çok dinli, çok dilli bir dönemin sessiz ve hüzünlü tanıklarıydı.
Ve serginin hemen onlardan sonraki bölümünde mealen şöyle bir not vardı: "Osmanlı 20'nci yüzyılın başında, yaşadığı acıların da etkisiyle tek etnisiteye dayalı bir ulus devlet yaratmaya kalkıştı. Ama..."
Bugün boğuştuğumuz sorunların pek çoğu "Ama..." diye başlayan bir sonraki cümlede gizli değil mi?