"İçinde bulunduğumuz çıkmazı aşmanın tek yolu var: Meclis saltanat ile hilafeti ayıran bir kanun çıkarsın. Saltanatı ilga edelim ve Vahdettin'i sürelim."
Her şey Mustafa Kemal'in 30 Ekim 1922'de Meclis kürsüsünden yaptığı bu konuşmayla başladı.
Hayır, başlamadı; Atatürk'ün daha 1919 Mayıs'ında İstanbul'dan Samsun'a giderken kafasına koyduğu hedef ilk kez o gün Türk ve dünya kamuoyuna açıklandı.
Bu çağrı üstüne Mustafa Kemal'in "Bir gün padişahlığını ilan edeceği" kuşkusu taşıyan Rıza Nur hemen önergeyi hazırladı. 81 milletvekili imzaladı. Atatürk, 80'inci imzaydı. Önergenin havale edildiği 23 üyeli komisyon uzun tartışmalara dalınca Mustafa Kemal söz aldı: "Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabii görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir."
Tartışma bitti. O gün, 1 Kasım 1922'de "Osmanlı İmparatorluğu'nun inkıraz bulup TBMM Hükümeti teşekkül ettiğine dair heyet-i umumiye kararı" yayınlandı.
Bir yıl sonra, 29 Ekim 1923'te Atatürk'ün ifadesiyle "Emrivaki olmuş hakikat"in adı konuldu: "Türkiye devleti, cumhuriyettir."
Böylece "Türk modernleşmesi" denilen bir çığır açılıyordu: Tebaadan yurttaşlığa, ümmetten ulusa geçmek.
O güne kadar "Aşağılayıcı" bir sıfat olarak kullanılan ve "Alt milliyet" olarak değerlendirilen "Türk" sözcüğü, gururlu bir kimliğin tanımına dönüşüyordu.
Rönesans, reform, devrim
Daha sonra peş peşe gelen inkılaplarla (Arnold Toynbee, Alexandre Jevakhoff ve Jacques Benoist-Mechin başta olmak üzere batılı tarihçiler "Rönesans, reform ve devrimlerin iç içe geçtiği müthiş dönüşüm" diyorlar), o dönemde Magrip'ten Japonya'ya kadar uzanan coğrafyada cumhuriyet rejimine sahip ilk ulus devlet yaratıldı.
Ve devlet "Kutsal üçleme" üstünde yükseldi: Özgürlük, eşitlik, laiklik.
Yaratılan ulus devletin çimentosu milliyetçilikti. Ancak Atatürk milliyetçiliğinin, dönemin Avrupa milliyetçiliğinden köklü bir farkı vardı: Yayılmacılığa şiddetle karşıydı. Emperyalist milliyetçiliği reddediyordu. Atatürk'ün "Yurtta sulh cihanda sulh" vecizesi İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra çok daha iyi anlaşılacak ve 1945'te BM Şartı'nın ruhunu oluşturacaktı.
Toynbee, Atatürk devrimini "Tarihin gerçek teorisini inşa etmeyi amaçlayan bir sistem" diye değerlendiriyor. Atatürk'ün biyografisini de yazmış olan BenoistMechin ise şöyle diyor:
"O, Cromwell, Robespierre ya da Lenin gibi büyük devrimcilerin asla cesaret edemedikleri hedeflere yürüdü ve ulaştı."
Bugün Anıtkabir' de olmak vardı.