Kahire, İstanbul, Cezayir, Diyarbakır, Beyrut, Eskişehir, Dakar, Konya... Bu kentlerin iki ortak özelliği var: Hepsi de İslam ülkelerinde yer alıyor. Hepsinde de içlerinde onlarca, yüzlerce kişinin yaşadığı binalar durduk yerde yıkılıverdi.
Hem de bazılarında birçok kez. Örneğin Kahire'de son üç yılda iki koca apartman çöktü, Cezayir'de iki yılda iki kez, İstanbul'da ise neredeyse her yıl birkaç kez...
Bu tabloya bakıp sakın rastlantı veya "takdir-i ilahi" demeye kalkmayın. Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu daha dün Mekke'de bu zihniyete fena yüklendi: "İslam düşüncesinde hiçbir zaman takdiri ilahi diyerek tedbirsizlik etmek yoktur. Freni tutmayan araba ile yola çıkayım, takdiri ilahi.. Öyle bir şey dinde yok. "
Sadece freni tutmayan arabayla yola çıkmak değil, çürük binalar da takdir-i ilahi değil. Çünkü Kahire'den Cezayir'e, Diyarbakır'a kadar saydığımız kentlerin tümünde binaların çökmesine "malzeme hırsızlığı"nın yol açtığı belirlendi. Hiç kuşkunuz olmasın, Konya'da da aynı sonuç çıkacak. Akrabasına bayram ziyaretine gittiği için kurtulan apartman sakinlerinden birinin itirafları bile bunu anlamaya yeterli: "Binanın makyajı çok güzeldi, bayıldık. Sağlam olup olmadığına bakmadan satın aldık..."
Tam gününe denk geldi; Birleşmiş Milletler, kasırga, deprem, sel ve kuraklık gibi (Türkiye'de bina çökmelerini de eklemek gerekecek) doğal felaketlerle ilgili rapor yayınladı. "Felaket tehlikesini azaltmak" başlıklı raporda, faciaların aslında "siyasal" bir konu olduğu vurgulanıyor ve şöyle deniyor:
"Doğal felaket tehlikesiyle karşı karşıya bulunan dünya nüfusunun sadece yüzde 11'i az gelişmiş ülkelerde yaşıyor. Ancak felaket kurbanlarının yüzde 53'ü bu ülkelerden çıkıyor."
Ve ekliyor: "Felaketlerde bilançoyu en aza indirmenin yolları belli. Öncelikle yapıların sağlam inşa edilmesi. Sonra toplumun bilinçlendirilmesi. Ve nihayet felakette kurtarma çalışmalarını hızla ve etkin yürütmek için iyi bir boşaltma ve enkaz kaldırma organizasyonu..." Bunlar ancak isabetli politikalarla sağlanabilir.
Söyler misiniz; Konya'da bu üç koşuldan hangisine uyuldu?
Brüksel'e dikkat
Ankara'da Kıbrıs zirvesinin yapıldığı gün Brüksel'de Avrupa Hıristiyan Demokrat Partiler Kongresi başladı.
Avrupa Halkçı Parti çatısı altında toplanan Hıristiyan Demokratlar AB'nin 13 ülkesinde ya tek başlarına ya da koalisyon ortağı olarak iktidarda. Bu kongre Türkiye açısından epey önem taşıyor; çünkü 13 Haziran'daki Avrupa Parlamentosu seçimleri için ortak stratejiyi belirleyecekler. Alman Hıristiyan Demokratlar bu stratejide Türkiye'ye tam üyelik değil, Özel işbirliği" veya "İmtiyazlı ortaklık" diye tanımlanan bir statü tanınması konusuna ağırlık verilmesini istiyorlar. Karar herhalde kongrede değil, Alman Hıristiyan Demokratlar'ın lideri Angela Merkel'in bu ay Ankara'ya yapacağı ziyaretten sonra alınacak.
Ufuktaki bir tehlikeyi daha belirtelim. Avrupa Parlamentosu'ndaki koltukların yüzde 37'sine sahip olan ve seçimde bu oranı daha da artırmasına kesin gözüyle bakılan Hıristiyan Demokratlar, AB'nin kilit noktalarını ele geçirmeye kararlılar: AB Komisyonu ve AB Parlamentosu başkanlıkları ile AB dış politika komiserliği. Halen bu üç görevden ikisi sosyal demokratlarda, biri liberallerde. Hıristiyan Demokrat egemenliğindeki AB'de işimiz çok daha zorlaşacak. AK Parti iktidarı, kendi çizgisine yakın bu grubu çok yakın markaja almak zorunda. Yoksa...