Fransız kuramcı Proudhon'un ünlü bir sözü var: "Mülkiyet hırsızlıktır." Yani aslında her şey herkesindir. Bir şeyi sahiplenmek onu başkalarından çalmak anlamına gelir.
Havada bir söz gibi duruyor, değil mi? Parayı verenin dilediği şeye sahip olduğu düzende fazlasıyla soyut bir tez. Oysa, düşünürseniz, asıl mülkiyet kavramı soyuttur.
Diyelim bir gemi batmış; siz ve ben kurtulmuşuz. Filikada karşılıklı otururken acıkıyoruz. Ben elimdeki poşetten çıkardığım bisküvileri atıştırmaya başlayınca "Bana da ver" diyorsunuz.
Vermiyor, bir satış fişi gösteriyorum. "Parasını ödeyip aldım. Bunlar benim."
Mülkiyet hakkımı kabullenip katlanır mısınız açlığa? "Başlarım fişinden" diyerek somut bisküvileri kapmaya kalkmaz mısınız?
***
Önceki gün bir öneriden söz ettim: burnumuzun dibindeki İstanbul depreminde 30 bin yurttaşın ezilerek ölmesini önlemek için, satışa sunulup da henüz satılamamış olan 400 bin yeni konutun 20 binine yerleştirmek.
O mülklerin bedelini sahiplerine ödemenin de formülü var ama, ilk bakışta öneri
"mülkiyete tecavüz" gibi görünüyor. Ve incelenip tartışılmasına kalmadan, diken diken ediyor çok kişinin tüylerini. Zira konu tapu! O kutsal kâğıt...
Yadırganacağını bile bile, tüyleri büsbütün ürpertecek bir şey söyleyeceğim şimdi. Sovyetler Birliği'nin çökmesiyle Marx'ın öngörülerinin fos çıktığı, tapulara dayalı düzenin sonsuza dek sürecek zaferinin sağlama bağlandığı düşünülüyor ya. Gerçekte gidiş tam karşıt yönde.
Koca sakallı kuramcı tasarladığı düzenin çarlık Rusya'sı gibi yarı-köylü bir toplumda darbeyle değil, en gelişmiş kapitalist ülkelerin çok daha zenginleşip mülkiyet cenderesinden kurtulmasıyla kurulabileceğini söylüyordu. Şuydu önerdiği temel ilke:
"Herkes yeteneğine göre verecek, ihtiyacına göre alacak."
Siz iyi bir mühendis misiniz? Köprü dizaynlarını avanta için değil, topluma katkınız karşılığında sağlayacağınız itibarı düşünerek yapacaksınız.
Alacağınız ne mi olacak? Neye ihtiyacınız varsa o.
Üretilen televizyonlardan dilediğiniz kadarını alabildiğinizi düşünün. Kaç tane istersiniz? Kaç tane kullanacaksanız o kadar. Yüz televizyon alırsanız ne yapar, nereye koyarsınız onları?
***
Günümüzde bunun da soyut ve hayal göründüğünün farkındayım. Ama eskiden ülkemizde halka açık tuvaletlerdeki muslukların sökülüp çalındığı olurdu. Şimdi pek çok yerde herkesin dilediği kadar kullandığı kâğıt havlu, sıvı sabun, lüks lokallerde kolonya falan var. Kimse bunları cebine ya da şişeye doldurup götürmüyor.
Niçin? Çünkü ekonomik gelişmemiz onu gerektirebilecek çizgiyi aştı.
Dün denecek kadar yakın geçmişte
"donmuş müzik" pahalı nimetti bütün dünyada.
Plaklara, kasetlere, CD'lere avuç dolusu para harcanırdı. Şimdi internetten bedava müzik akıyor.
En gelişmiş ülke, kapitalizmin kalesi Amerika'da krizden sonra
"Satın alma, kirala" akımı güçlendi. Arkadan
"Mülkiyete boş ver, paylaş" felsefesi doğdu. O eğilimlerden iyi para kazanan firmalar var. Örneğin Zipcar şebekesinin yarım milyon üyesi otomobil almıyor, ortağı oldukları arabaları ihtiyaç duydukça kullanıyorlar. Başka şirketler ev paylaştırıyorlar insanlara.
Çok ilginç bir gerçeği de bu gelişmeler paralelinde yürütülen araştırmalar açığa çıkardı.
Rachel Botsman
"Benim Malım Senin: Tüketimde İşbirliğinin Yükselişi" kitabında uzun uzun anlatıyor: Karşılıklı güvene dayalı paylaşma yalnız ekonomik değil, psikolojik yararlar da sağlıyormuş. Keyifli anlarda salgılanan oksitosin hormonu var.
"Al malımı kullan, sana güveniyorum" sözünü duyanların kanında o madde artmaktaymış.
Marx sağ olup da duysaydı oksitosini tavan yapardı.