Çocukluğumda bile korku filmi izlerken pek korktuğumu hatırlamıyorum. Hep iğrenirdim.
Mezarlar, tabutlar, iskeletler, hortlaklar... Ağzından salyalı kan sızan vampirler... Ölü parçalarıyla imal edilmiş Frankenstein canavarı... Bunları seyrettikten sonra bir zaman yemek yiyemezdim.
Şimdi başka bir derdim var. Uğraş alanlarımdan biri hakkında bunu söylemek hoşuma gitmiyor ama ne yapayım ki gerçek: Türk gazetelerinin sayfalarına bakarken yalnız ruhum değil, midem de bulanıyor. (Medyayı suçlama modasına uyduğumu düşünmeyin. Meslektaşlarda kabahat bulmuyorum elbette. Onların yaptığı, toplumu yansıtmak.)
Kadın doğrama olayları tiksindiriyordu. Derken insan kasaplığıyla marangozluk karışımı iğrençliğe dişi katiller de katıldı. Testereyle kesilip biçilen ceset parçaları poşetleniyor, donduruculara istifleniyor, yine de çürüyünce koku parfümle bastırılıyor...
Ööööö!
***
Midemizi bırakıp ruhumuza bakalım.
Ramazan ayında daha bir huşu ile kulak verilmekte olan ezan sesleri size neyi düşündürüyor? Duaya çağrının anlamını, evrenin enginliğini, zamanın sonsuzluğunu, o yücelikler tablosunu kısacık bir ömür süresince bile olsa izleme nimetinin değerini mi?
Doğrusu odur. Ama havanın gitgide nefret koktuğu, ağızlardan ve gözlerden öfke fışkırdığı, ekranlarda tabut görüntülerinin çoğaldığı bir ortamda müezzin sesi bana en çok ölümü düşündürüyor.
Kimi olaylar da kasvet bağlantısını takviye etmekte.
Rahmetli babam ne düşünmüşse düşünmüş, vaktiyle Zincirlikuyu Mezarlığı'nda kocaman
"aile yeri" almış. Ayak ucunda Muhsin Ertuğrul'un, biraz ötede Abdi İpekçi'nın kabirleri var. Tuhaf bir şey: snopluk dalgamız mezarlıklara kadar uzanmış. Orasını
"makbul" sayıp yer satın almak isteyenlere bunun ne mümkün, ne de uygun olduğunu anlatmak soruna dönüştü.
Geçenlerde görevliler telefon ettiler: şiddetli yağmur mermer zeminin bir köşesini çökertmiş. Gittim, gördüm. Annemin kabrinin üstü açılmış, içine çamur akmıştı. Toprağa bakarken o yığının altındaki kadının dün kadar yakın geçmişte akılsızlıklarımı vurgulamak için alayla gülümseyen yüzü geldi gözümün önüne.
Çevrede birtakım zengin ailelerin ego anıtları diye diktirmiş oldukları dev boyutlu ve cafcaflı mezar süsleri vardı. Onlara olanak sağlayan mevki ve servetler edinilirken kim bilir ne savaşlar verilmiş, ne kazıklar atılmış, ne gönüller kırılmıştı!
Rahatsız edici bir soru aklıma takılıverdi:
Şu evrenden geçip giderken benim de egom uğruna başkalarını bilerek kırdığım olmuş muydu acaba?
Olduysa, anlamsız mermerler arasında çamurlara gömülmeden önce öyle gaddarlıklar nasıl telafi edilebilir? Sayfa köşelerinde vaaz vererek mi?
***
Bu yazıyı yazarken televizyon açık. Gözüm ara sıra haber bülteni hengâmesiyle dolu ekrana gidiyor.
Canlısıyla konuştuğum zaman halim selim çelebi üslubunu beğenmiş olduğum bir adam avaz avaz kavga naraları atmakta. Yüzünün bütün kasları takallüs etmiş. Sesi kadar gözleri de kin yüklü.
Isırır gibi dile getirdiği istekler kabul görse, çizgisinin ülkeyi nereye götüreceği açık: daha çok öfke, daha çok inat, daha çok tabut.
Eminim ki gerçekte onun da dileği bu değil. Ama şu ara dövüş çığırtkanlığı yapmayı kurnazca politika sanıyor.
Cihazdan ses duyurmak mümkün olsa ben de ekrana haykıracağım:
"Heeey, oradaki! Bu dünyada kaç günün kaldığını düşünüyor musun hiç? Değer mi be?"
Yazık ki interaktif iletişim o kadar ilerlemedi. Tek yönlü baykuş şamatası sürüyor.
Durum korkunç mu, iğrenç mi?
Galiba ikisi de.