Kürt meselesinin kritik bir sürece girdiği çok açık. Türkiye'nin Kandil'i bombalaması, İran'ın Kandil operasyonu, Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi'nin İran-Türkiye arasında diplomatik mekik dokuması bölgede "yeni" bir şeyler olduğuna işaret.
Türkiye İsrail ilişkilerindeki kopuşa da bu yeni şeylerin bir parçası olarak bakılıyor. Bir anlamda bölgesel ilişkilerin yeniden dizayn edildiği bir zamanın içindeyiz.
BDP tam da bu zamanın içinde ikinci kongresini yaptı.
Bu yüzden gözler o kongreye çevrilmişti ve iç siyasetin de dış dünyanın da ilgi odağında o kongre vardı.Herkes bu karmaşık süreçte Kürt sivil siyasetinin yükselen şiddet karşısında nasıl bir politika üreteceğini merak ediyordu.
O merakla Ankara Ahmet Taner Kışlalı Spor Salonu'nda yapılan kongreye gittim.
Olağanüstü bir katılım yoktu ama o küçük salonu doldurup sokaklara taşan hatırı sayılır bir kalabalık vardı. Kadın ve gençlerin ağırlıkta olduğu dinamik bir kalabalık... Dışarıda halay çekiliyor, Kürtçe Türkçe şarkılar söyleniyor, sık sık da "Biji Serok Apo" diye slogan atılıyordu. Sanki 70'lerin sol mitingleri 2011'e taşınmış gibiydi. Salonun içi de o günleri hatırlatıyordu. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya'nın birlikte afişleri hemen göze çarpıyordu.
Tıpkı Kemal Kılıçdaroğlu'lu CHP'nin ikinci kongresi gibi... Muhalefetin ortak referansının 70'ler olması dikkat çekiciydi.
Görüntü böyleydi ama aslolan kürsüden Türkiye toplumuna verilen mesajdı. Hem Selahattin Demirtaş'ı hem de BDP'nin "Çözüm Önerileri Protokolü"nü okuyan Gültan Kışanak'ı dikkatle dinledim.Kışanak'ın okuduğu protokol metnindeki özerklik yaklaşımı hiç de ürkütücü değildi:
"Devletin küçültülüp, sivil alanın ve özgürlüklerin genişletildiği, her türlü vesayete son verilerek halk iradesinin tam anlamıyla hayata geçirilmesine olanak tanıyan ademi merkezi yönetim sistemine geçilmelidir..."
Kışanak'ın söylediği mutabakat maddelerinin çoğu tartışılabilir ve uygulanabilir şeylerdi. Ancak bu iyi niyet metinlerine rağmen salona hâkim olan hava ve siyaset dili çok sertti. O salondan Türkiye'ye bakarken, ne askeri vesayete karşı yapılanlar, ne internet andıçları, ne Ergenekon ne de azınlık vakıfları mallarının iadesi gibi şeyler görünmüyordu. Tıpkı laik kesim gibi her şeye "AKP tepkisi" üzerinden bakılıyordu.
Kürsüden "Biz masadan kalkmadık, kalkmayacağız" deniliyor "diyalog" kapısı açık tutuluyordu ama sertlik de elden bırakılmıyordu.
Sanki bile isteye bir kapışmaya doğru gidiş vardı.
Bu havanın yarattığı kaygıyla protokol sıralarında oturanları izledim. Yüzler gergindi. Gözüm o sırada Şerafettin Elçi ve Altan Tan'ı aradı. Elçi ordaydı ama Tan'ı göremedim...
'Doğu yakasında yeni bir şey yok'
Bir süre sonra gitmeye hazırlanan Elçi'yi görünce durumu sordum. Tecrübeli siyasetçi konuşmak istemeyen bir ses tonuyla;"Burada yeni bir şey yok. Çıkacağını da sanmıyorum..." demekle yetindi.
Biraz kırgın, biraz üzgün bir şekilde erken saatte kongre salonundan ayrılıp gitti. Daha önce yeni anayasa süreciyle ilgili görüşlerini kongre salonunda açıklayacağını söyleyen Elçi'nin konuşmadan ayrılması ilginçti. Bu gidiş bana seçimlerde oluşan blokun Kürt ayağında çatlama olabileceği işaretini verdi.
Bir süre sonra Altan Tan'a da ulaştım. Tan bir konuşma yapmadı ama o salonda konuşulanları beğendiğini söyledi:
"Demirtaş süreci anlattı, Kışanak ise Kürtlerin taleplerini. Bence makuldü. Sorun AKP'nin bir Kürt politikasının olmamasında. Kürtlere sadece bireysel haklar öneriliyor. Eskiden inkâr ediliyordu şimdi yavaş yavaş asimile ediliyor. Ülkemizde milyonlara ulaşan bir Kürt nüfus var, kimse ayrı devlet istemiyor. Ama bölgesel bir statü olmadan bu iş çözülmez."
'Sivil ses daha güçlü olacak'
Kongreden sivil siyasetin inisiyatifine ilişkin bir işaret gelmediğini iletince Tan şöyle diyor:
"Bu bir protokol kongresiydi. Fazla şey beklemek doğru değil. Siz bundan sonrayı görün. Meclis açıldıktan sonra daha güçlü sivil ses duyulacak. En azından benden duyacaksınız."
Tan, açıkça Meclis'e dönüş yolunun kapanmadığını söylüyordu. Ancak ortaya çıkan o ki, kimse durduğu yerden bir adım geri atmıyordu.
Kongre salonundan ayrılıp Ankara'nın siyaset kulislerine geçince bu gerçeği AK Parti çevresinde de gördüm. Orada da sert rüzgârlar esiyordu ve diyalog değil çatışmacı bir dil hâkimdi. BDP'ye el uzatmanın bir işe yaramayacağı, verdikçe daha çok isteneceği öne sürülüyordu.
Formülü bile bulunmuştu: PKK'ya "demir yumruk", halka "yumuşak el"... Oysa şu gerçeği herkesin görmesi gerekiyor: Kandil sadece Kandil'den ibaret değil. Türkiye sert bir hesaplaşmaya doğru gidiyor. Umarım bedeli ağır olmaz.