Başlıktaki bu kavram, yörenin, kentin tarih sahnesinde var kalabilmesinin en kritik faktörü... Diğer ikisi, tarihi kültürel miras ve doğal kaynaklardır. Ancak bu ikisini zamanın ruhuyla yoğuran ve zenginliğe çeviren, ancak ve ancak yerel kabiliyettir.
O kentin aklı, eşrafı, yöneticisi, lideri, insan kaynağı ve tabii ki bunları yetiştiren kurumları, okulları, üniversiteleri... Kalkınma öykümüzde "deneme yanılma" dışında yöntem kullanmadığımızdan bu modern anlayış düzlemine ulaşmamız hayli zaman aldı.
Önce, her kenti eşit kalkındırma sevdasıyla, yöresel kalkınma planları yaptık. İlhamımız, Sovyetler ve onların meşhur "büyük planı" idi. Tutmadı, zaten kıt olan kaynakları heba ettik, kalkınmış yöre yerine kalkınmış ağalar yarattık.
Sonra akıllandık, gördük ki her yörenin imkânı da kabiliyeti de farklı... Muş ile İzmir'i aynı dinamiklerle geliştirmem mümkün değil. Ancak her iki kenti de kendi gelişim mayasıyla kalkındırabilmek de mümkün...
Esasa geleyim; her kentte üniversite var ya... Artık bu üniversitelerin yerel kabiliyet eğitmeye odaklanması gerekiyor. Harran'da ziraat varsa ziraatın ülkedeki en iyisi olsun. Doğu'yu tekstil üssü yapacak isek okullarımızı da ona göre tasarlayalım.
Büyük şehirde kalifiye eleman bulamayan hazır giyimciler çareyi Doğu'da bulduysa, teşvikin de yardımıyla yörede bu insan kaynağını üretecek eğitim kurumlarını geliştirsinler ki kalkınmaları sürdürülebilir olsun.
Geçenlerde Metin Can, Mucit Kobi için Kars'ta idi. 300'e yakın peynir çeşidinden söz etti. Benim ilk sorum, Kars Üniversitesi'nde; "peynir envanteri" üzerine doktora yapan kaç öğrenci olduğuydu. Aynı soruyu Rize'de çay üzerine, Ordu, Giresun'da fındık hakkında sorabilirim.
Yerel kabiliyet, bizi hayata bağlayan en hayati bağdır ve onu geliştirmedikçe zenginliğimiz kalıcı olmayacaktır.