Çatışma kültürünü bir mücadele stratejisi olarak benimseyenler, gün gelir "karşıtlarını" da var etmeye başlarlar. İslamofobi denilen İslam karşıtlığı, adının konduğu 11 Eylül'den bu yana "atanı vuran alet" halini almaya başladı. Amerika'nın akil adamları bu yıl "Müslümanları fişleyenler" haberlerine Pulitzer Ödülü verme ihtiyacı hissetti. Sonuçta din üzerinden oluşturulan düşmanlık, kendisini de tehdit edecek boyutlara vardı.
Terörizmle İslamiyet'i yan yana getirme "kurguları" gerçek hayatla örtüşmeyince insanlar bunu sorgulama ihtiyacı hissetti. Zira "gerçek inatçıdır" ve hayatla çelişince yalanlaşır ve bunu üreteni tehdit eder
. Hoşgörü lafını ağzından eksik etmeyenlere ben asla inanmam. Zira onların hoşgörüsü "test edilmemiş" ham bir duygudur. İşler yolunda giderken herkes hoşgörücüdür. Aslolan kriz ortamında ve herkesin birbirini suçlamaya başladığı ortamlarda hoşgörülü kalabilmektir.
Fransa'da seçim sürecinde "yabancı düşmanlığı" üzerinden yürütülen propagandalar, Almanya'da ırkçı saldırıların artışı, bu alanda Avrupa'nın, bir kez daha ABD'nin gerisinde kalacağını gösteriyor. ABD "ötekileştirme" üzerine inşa edilmiş söylemlerin insanlığı daha iyiye götürmediği gibi ülkesinin toplumsal barışına da hizmet etmediğini fark etmiş bulunuyor.
İngiltere'de başlatılan Hope Not Hate (Nefret değil; umut!..) hareketi, Avrupa'da karşılık görmese de Batı'nın önde gelen düşünürleri, Norveç Katliamı gibi vakaların küresel boyutta artmasından endişe duyuyor. Tam da bu noktada "nefret söylemi" üzerinden siyaset yapanlar, yalnızca kendi ülkelerinde değil, ortak coğrafyalarda "toplumsal faturalar" oluşturabiliyor.
28 Şubat sürecinde küçük sermayeyi "yeşile boyayıp" şeriat korkusuna gömenlerin faturası, 2001 Krizi olmuştu. Ötekileştirmenin enerjisi olan "nefret" yerine, işbirliğinin mayası olan "umut" yalnızca siyasetin değil, ekonomik iklimin de vazgeçilmezi haline geliyor.