Suriye'deki gelişmelerin seyri, dış politikanın yeni vizyonunu sert şekilde tartışmaya açtı. Özellikle "Büyük Kürdistan" sendromunu tetikledi.
Soğukkanlılıkla bakacak olursak...
Türkiye, Esad rejimi ile temaslarını kesmeseydi ne olacaktı?
Muhtemelen muhalefet "Ailece görüştüğünüz adam, kendi halkını katlediyor" eleştirisini yapacaktı. Esad'la devam edilseydi yine bildik tepkiler sıralanacak, bu ülkede er veya geç yeni dönem başladığında ise Suriye halkı kaybedilmiş olacaktı.
Peki, komşu ülkelerle ilişkileri geliştirmeyi, vizeleri kaldırmayı, serbest ekonomik bölge kurmayı öngören politika yanlış mıydı?
Kuşkusuz hayır.
Ama bugün Suriye özelinde şunlar söyleniyor: 1- Şam'ın iç sorunlarına fazla girildi. 2- Esad'dan çabuk umut kesildi. 3- Rusya, Çin ve İran'ın denkleme gireceği yeterince hesaba katılamadı. 4- Suriye'nin bölünebileceği, Kürtlerin özerk statü talep edeceği öngörülemedi vs vs.
Gerçek resim böyle mi?
Yer yer örtüşen yönleri olsa da, durum farklı.
1- Esad'a, "Yukarıda akil insan olarak kal, aşağıda çok partili seçimlere kapı arala" telkininde bulunan Türkiye idi. Ve bunda bir tuhaflık yoktu.
2- Esad'la bağların koparıldığı anda Suriye'deki ölü sayısı 8 bini bulmuş, reform vaatlerinin oyalama taktiği olduğu kesinleşmişti.
3- Rusya ve Çin'in, Soğuk Savaş döneminin güç dengesi modelitesiyle, İran'ın da mezhep bağlarıyla devreye gireceği zaten belliydi. Hem Doğu Akdeniz'i kontrol etmek isteyen hem de Arap Baharı'na benzer kıvılcımların kendi arka bahçesi konumundaki Kafkaslar'a sıçramasından endişe eden Rusya'nın oyunu böyle oynayacağı açıktı. Sincan Bölgesi'ndeki olayları unutmayan Çin'in, "Suriye'ye müdahale, yarın benim iç meselelerime kadar uzanır" kaygısı taşıdığı görülmüştü. İran'ın, Irak-Suriye-Lübnan'ı içeren "Şii kuşağını" koruma arzusu sürpriz değildi.
Hatta...
ABD'nin, kasımdaki başkanlık seçimlerine kadar sütre gerisine çekileceği, İsrail'in, Suriye'deki tek adam yapılanmasıyla kurduğu dengeyi bozmakta acele etmeyeceği de anlaşılmıştı.