Geçen gün tesadüfen rastladığım bir TV programında dişe diş ve çok manasız bir biçimde çekişen iki gazeteciden biri Başbakan Erdoğan'ın Ahmet Kaya'yı istismar ettiğini vurguluyor ve daha önceki o felaketli dönemlerde İslamcıların, zulme uğrayarak yaşamını yurtdışında tamamlayan bu şarkıcıya sahip çıkmadığını belirtiyordu.
***
Bilebildiğim kadarıyla doğrudur. Her ne kadar
Ahmet Kaya, gene o kadar manasız bir şekilde mahkûm edildiği kararın icrası için hapishaneye giderken
Erdoğan'ı yolcu etmişse de İslamcıların hiçbir zaman öyle Ahmet Kaya hayranlığı da savunuculuğu da olmamıştır. Belki ufak tefek şeyler yazılmış, söylenmiştir ama toplu bir savunma, sahip çıkma tavrından söz edilemez. Keşke edilebilseydi...
Ahmet Kaya, "
Kürtçülük" meselesi gündeme gelmeden önce bugünkü iktidarın o dönemdeki kadroları tarafından "
solculuğu" nedeniyle dışlanmıştı. Bu da doğrudur. Ahmet Kaya,
1980'lerde gerçekten de o sırada hapishanelerde olan
sol kesimlerin "türküsünü yakıyordu." Türkiye'de
dinsel sağın tabanında da en yaygın görülen tepki
milliyetçilik olduğundan ve o çatışmacı anlayış 1990'larda dahi devam ettiğinden Ahmet Kaya'ya o kesimin sahip çıkması söz konusu bile değildir.
***
Şimdi beni ilgilendiren tam da bu veriden hareket ederek bugünü açıklamak. Yani,
Başbakan Erdoğan'ın dün sahip çıkmadığı isimleri toplumsallaştırması, kendi tabanında dolaşıma sokması, onlara başka bir gözle bakılmasını sağlaması.
Erdoğan'ın bu "şaşırtıcı" tavrı sadece bununla sınırlı değil. Başbakan,
Kürdistan konusunda da bir adım atıyor ve Türkiye'deki bu yasaklı kelimeyi sadece telaffuz etmekle kalmıyor, onu tarif ediyor. Bunu
Osmanlı'ya,
Mustafa Kemal'e (bu konuya da bir başka yazıda geleceğim) giderek ve tarihsel hafızaya başvurarak yapıyor.
Kürdistan konusunda yapılan bu vurguyla,
Ahmet Kaya konusunda dile getirilenler bir noktada kesişiyor. Kesişme noktasını aynı gerçek oluşturuyor: Erdoğan, her iki kavrama da, olguya da, sözcüğe de tepki duymuş ve duyan, göstermiş ve gösteren bir büyük tabanı dönüştürüyor. Bu dönüştürme işi ciddiye alınması gereken birkaç unsuru barındırıyor.
***
Birincisi, Erdoğan bu kısıtlamaları
27 Mayıs ve
12 Eylül'e bağlıyor. Öyledir ama çok ciddi bir ayrıntıyla:
darbelerin getirdiği bilinçten etkilenenler sol değil sağdır. Ama darbelerden asıl etkilenen ve onun "söylemini" büsbütün içselleştiren muhafazakâr taban(lar)dır. Bundan daha doğal ne olabilir? 12 Eylül, ideoloji olarak
Türk- İslam Sentezini devreye sokmadı mı? MHP'liler "
kendimiz hapiste fikirlerimiz iktidarda" demedi mi? Bu yüzden, Ahmet Kaya ve Kürt- Kürdistan kavramlarına asıl o taban tepki gösterir. Erdoğan şimdi bu tabana hamle yapmakta ve onları iterek saplandıkları yerden çıkartıp, böylece 12 Eylül birikintisini büsbütün ortadan kaldırmayı öngörüyor mu, bilmiyorum ama hiç değilse o tabanı tepeden tırnağa başka bir bilince taşıyor.
Bütün bunların altında daha önce yaptığım bir tespit yatıyor:
politika, ideoloji ve AKP ilişkisi!
On yıldır,
AK Parti'nin cumhuriyet tarihinin en ideolojik ve en politik partisi olduğunu vurguladım. AK Parti tabanı kadar politik bir kitle belki ancak
1970'lerde
CHP tabanında görülebilirdi. İktidar partisinin tabanı yıllardır ideolojik bir çerçeve içinde harıl harıl siyaset yapıyor.
Siyasallaşıyor. Siyasallaşmanın kapsamında bulunan
sivilleşmeyi, örgütlenmeyi, en öz tabiriyle
siyasal modernleşmeyi yaşıyor. Öyle olunca da daha önce kullanılmamış, hatta dışlanmış kavramlar devreye sokuluyor,
başka referans gruplarının kullandığı semboller geleneksel yerlerinden oynatılıyor. AK Parti konusunda on yıldır en fazla anlaşılmayan husus budur.
Ya bilirsiniz ya bilmezsiniz!