Neredeyse üç haftadır, Avrupa'ya gidip geliyorum, birtakım Avrupa kentlerinde yaşıyorum. Avrupa bizim bilinç dışımızdır. Ne yaparsak yapalım ve kim olursak olalım, buralarda kendimizi düşünmek, sınamak, Avrupa'yla mukayese etmek "derdinden" kurtulamayız.
Ben de o duyguların içindeyim. Hele AB'nin yeni raporlar yayınladığı, Merkel'in yeni girişimlerde bulunduğu bir dönemde Avrupa-Türkiye üstünde düşünmemek adeta insanın kendisini zincire vurması demek.
***
Artık kimse okumuyor,
Paris'te aydınlara, düşünürlere soruyorum, onlar da bu yargımı onaylıyor ama Fransız romancısı, siyaset adamı ve düşünürü, sanat tarihçisi,
Andre Malraux, çok ilginç bir adamdı.
20. yüzyılın büyük olaylarının içinde yer almıştı ve çok ilginç görüşleri vardı.
Asıl önemlisi,
Doğu ile yakından ilgilenmiş,
Çin'de,
Kanton'daki "devrime" katılmış, muazzam iki felsefi roman yazmıştı:
Kanton'da İsyan (sonradan
Fatihler adıyla ki, Malraux'nun koyduğu isim budur, yayınlandı) ve
İnsanlık Durumu. Onların dışında daha ilk yapıtlarından başlayarak
Doğu metafiziği ilgi alanını oluşturmuştu.
Bu da onu sürekli olarak
Doğu-Batı arasında mukayeseler yapmaya itiyordu. En azından Batıya Doğunun optiğinden bakacak bir dehası ve birikimi mevcuttu.
20. yüzyılı
dinsel olmayan ilk uygarlık sayardı Malraux. Düşüncesini sanat tarihi kitaplarında geliştirmiş, insanın arayışının
Tanrı'dan özgürleşmek olduğunu düşünmüştü.
Bu
Tanrı'yı reddetmek anlamına gelmiyordu.
Nietzsche'den etkilenen, Avrupa
Varoluşçuluğundan izler taşıyan düşüncesinde, tam tersine, insanlık tarihinin
Tanrı'yla hesaplaşmak olduğunu vurguluyordu.
Çoktanrılılıktan tektanrılılığa geçiş, arada
Gotik medeniyetin ortaya çıkışı ve nihayet özgürleşim. Buna rağmen Malraux, Avrupa medeniyetini Hıristiyan, dinsel bir uygarlık olarak "okurdu." Şu tarihe bakınca da son derecede doğru. Tamam, Fransa'da veya başka bir ülkede dinle pratik ilişkisi olanların sayısı da oranı da azalabilir, Kiliseye gidenlerin sayısı düşebilir, dinle en sorunlu ilişkiyi yaşamış ülke olarak gene Fransa'da
devrim- bilim- ateizm üçgeni hâlâ gücünü koruyabilir ama bu o ülkede bile gerçeği değiştirmez.
Din, insanlık tarihinin kurucu elemanıdır.
Galiba son dönemlerde de
Richard Dawkins bilimsel, müteveffa
Christopher Hitchens popüler yandan saldırsın gene de din saltanatını bir şekilde muhafaza ediyor.
Hollande'ı bilemem ("Sosyalist"
Mitterrand da ölmeden önce bir papaz ve bir felsefeciyle üç gün kapanmıştı ve çıktığında "
artık ölümden korkmuyorum" demişti...) ama
Merkel'in veya
İngiliz Anglikan kilisesinin ya da
Putin'in dünyaya şu veya bu ölçüde Hıristiyan refleksleriyle bakmadığını nasıl söyleyelim?
Benzeri bir şeyin Türkiye'de cereyan etmediği söylenebilir mi? Bizde de dinin yeniden yükseldiğine tanık oluyoruz.
Müslümanlık,
gelenekselciliği aşan bir
muhafazakârlık anlayışı içinde kimlik kurucu öğe haline geliyor. Müslümanlık söz konusu olduğunda önce Osmanlı geçmişi gözler önüne seriliyor, ardından
OD coğrafyası geliyor. Buna
Kuzey Afrika'yı,
Hürmüz Boğazı'nı eklemek de mümkün.
Acele sonuç şu: Avrupa, kesinkes Türkiye'yi
laik bir çizgide, "ılımlı" Müslümanlık dokusu içinde tutmak istiyor. Çünkü gene kesinkes
siyasal İslam'la bağını kopardı. O "tehlikenin" panzehiri olarak da Türkiye'yi görüyor.
Ama Türkiye biraz daha, İslam'ı ya da Müslümanlığı bir temel kimlik öğesi haline getirirse hızla mesafe koyacak arasına.
Son günlerdeki gelişmelere, o
Hakan Fidan "olayı"ndan
AB raporuna kadar açılan yelpazeye ben böyle bakıyorum, bir Paris sabahında.