Bir cumartesi sabahı bunca uzun kuyruğun anlamı, amacı ne olabilirdi? Hepsi bir örnek mavi gömlek giyinmiş çocuklardan birine sordum. Ben kuyruk uzun sokağın sonunda bitiyor sanmıştım. Amerikan püritenliğinin hassasiyetiyle, kusursuz hizmet vermenin telaşıyla, tüm nezaketiyle beni götürdü, kuyruğun bittiği noktadan yandaki sokağa döndüğü yeri gösterdi. Vay canına! Göz alabildiğine uzanan bir insan seli.
Bakıyorum, çok iyi bildiğim bir yer burası. Ipad'imi oradan almışım. Bozulmuş, oradan değiştirmişim. Bildiğim Apple istasyonu. Bir kıyamet kopuyor, kapıya çıkan adamı alkışlıyorlar, "az kaldı, az" diyor görevli.
Anladım; burası yenilenme için kapanmıştı, iş bitmiş, yeniden açılacak. Bu nasıl bir tutkudur ki, şunca genç insan saatlerdir kuyrukta. En öndekine yanaşıyorum. Sabaha karşı dörtte gelmiş, bir şeyler alacakmış. İyi de neden? İlk olmak her zaman heyecan vericidir diyor. Hediye bekliyor. Takdir edilme kültürüyle yetiştirilen insanlar toplumunda daha doğal ne olabilir?.. Sonra bakıyorum biraz garip bu insanlar. Başka dünyaları yok. Hayatları bu bilgisayar denen "varlığın" içinde geçiyor. Artık öyle bir insan tipi var: elindeki küçük alete, cep telefonu o, bakan, kulağında kulaklık, dünyadan kopmuş... Microsoft'un sahibi Bill Gates bir daha açıklıyor daha önce belirttiği hususu: çocuklarımıza bilgisayarda geçirdikleri süreyi kısıtladık.
***
ABD seçim heyecanına kendini kaptırmış, dolu dizgin gidiyor. Kampanya iki tarafta da gelişiyor. Derken
Obama beklenmeyen bir hamle yaptı ve Romney'in servetiyle ilgili açıklamalarda bulundu. ABD'deki ortalama insanın namus anlayışı açısından yenir yutulur şeyler değil. Onu vergi kaçırmakla, servetini İsviçre bankalarında tutmakla suçluyor. Kampanya reklamları dönüyor TV'lerde ve "
çözüm değil Romney, sorunun kendisi" sloganıyla bitiyorlar. O rahatsız edici gülümsemesi, siyaha boyanmış, şakaklarına fırçayla beyaz verilmiş
Romney cevap vermektense kampanyanın tonu bu mu olmalı gibisinden saçma sapan şeyler söylüyor. Ne olacak sonuç? Philadelphia'da taksisine bindiğim zenciyle konuşuyorum haykırıyor, biz fakiriz ulan diyor, adam paraları kaçırmış diyor, beklediğimi bulamadım ama gene de oyum Obama'ya diyor.
Bir toplantıya katılıyorum. New York'un "
sol" entelektüelleri bir araya gelmiş "
borç" meselesini konuşuyor. Acaba borçları ödememek için bir
sivil itaatsizlik başlatılabilir mi? Haydi demeden önce borç nedir diye uzunca tartışılıyor. Bazısı arkadaşım olan
Columbia profesörleri konuşuyor. Aynen katılıyorum eylemin ruhuna, amacına ama borç denen hadisenin sosyal bünye ve ilişki ağı içindeki anlamı, borç kavramını çok aşan, liberal doktrinin özüne giden bir nitelik taşıyor, o nasıl çözülecek diye başlayıp bir çırpıda anlatıyorum öne sürülen görüşlerin katılmadığım, zayıf yanlarını. Sessizlik. Yeniden alevlenen tartışma. Sever ABD'liler böyle terslikleri. Gelecek toplantıda bir konuşma yapmam isteniyor ama burada olmayacağım. Eh, diyorlar internet aracılığıyla katılırsın. Al başına belayı, sabahki heyecan dalgası geliyor aklıma ve nasıl bir dünyada yaşadığımı bir an unuttuğumu ya da henüz yeterince içselleştiremediğimi düşünüp gülümsüyorum.
***
Tren yıllar yılı geçtiğim
Princeton-New York arasında koşturuyor. Etrafıma bakıyorum. Hurda ABD'nin resimlerini çekmeye çalışıyorum. Artık eski ve sorunlu bir ülke. Ansızın ayrımsıyorum. 80'lere gelinceye kadar, hele 1950-60'larda, ABD hayal kuran, gelecek tasarlayan
fütüristik bir ülkeydi. Şu tren penceresinden görülen peyzaj ve yapılar o hayallerle örtüşüyordu. 1930'lardaki gökdelenler falan
ABD İmparatorluğu'nun iktidar mührüydü. Şimdi gene gelecek tasarlıyor belki ülke ama şu görüntü, hatta gökdelenler vs o gelecek duygusunu vermiyor. Bir uyuşmazlık var, hayal kuran ABD ile onun somut biçimlenişi arasında. O yeni ABD, Soho'da açılan yeni
Apple istasyonu önündeki insanların kafasında, ellerinde. Ama henüz peyzajda, mimaride değil. Siyasette hiç değil...
Diyorum, oturduğum kahvede kendi kendime, dışarıda yaz fırtınası tüm şimşekleri ve koyu yağmuruyla sıcak New York gecesine inerken!