Hükümetin, Dışişleri Bakanı Davutoğlu aracılığıyla sürdürdüğü dış politika acaba son 50 yıldaki Türk dış politikası algı ve tercihlerinde nereye oturuyor, sorusunu yanıtlamak biraz da bizim kendimizi ve aydınlarımızı, bağlı oldukları siyasal tercihleri yerli yerine oturtmamız, hiç değilse gözden geçirmemiz anlamına gelir. Son derecede karmaşık, her şeyin birbiri içine geçtiği, benliğimizde bir türlü damıtıp durultamadığımız bir zihin bulanıklığından izler yansıtıyor, çünkü o panorama.
Öncesini bırakalım, sadece 1970'lerden beri, önde gelen yazarların dış politika konusunda öne sürdüğü fikirler ve önerdiği yaklaşımları hatırlamak bile, bugün, kimin neyi savunduğu, neye karşı çıktığı sorusunu başlı başına bir muammaya dönüştürüyor.
Nedir bugünkü politikanın maksadı? Tek cümleyle özetleyelim: Türkiye dünya ölçeğinde bir oyuncu olmak istiyor, aynı maksatla yola çıkmış ve bu ligin önde gelenleriyle eşitleşmek amacını taşıyor, bazı ülke ve birliklerin sadece askeri müttefiki olarak kalmaktan artık hazzetmiyor ve bugüne kadar kayıtsız koşulsuz olarak bağlandığımız Batı merkezli politikayı, oradaki hırs, beklenti ve kararlılığından bir şey yitirmeksizin, "onlardan çekinmeyerek" daha geniş bir coğrafyaya açmaktan, yaymaktan zevk alıyor. Bu maksatla tarihsel bağlarını, kültürel geçmişini ve imkânlarını, kimlik fırsatlarını kendisi için kullanmakla yetinmeyip, onları Batı'nın önüne de açıyor.
Böyle bir politikayı, benim bildiğim, şu 1970'lerden başlayarak Türkiye'de öncelikle sol savundu. Örnek mi istiyorsunuz?
Sonradan görüşlerini manasız bir biçimde radikalleştirerek, Avrasyacılığa taşıyan Attila İlhan'ın 1970'lerdeki dış politika yazılarını toplayan kitabının adı Batının 'Deli Gömleği' idi. İlhan, Mustafa Kemal'in temel politikasının, Batıcılık olmadığını, o politikanın sürekli olarak, Balkan Paktı gibi modeller Ortadoğu ve diğer komşu ülkelerle ilişkiler kurarak, Batıya karşı "özgün" bir "cephe" meydana getirmek şeklinde düzenlendiğini anlata anlata yorulmadı. Bu görüşü sağ da bütün çerçevesiyle benimsedi ve tartıştı. İlhan ve diğer "solcular", 1950'lerde Menderes'i, 1960 ve 70'lerde Demirel'i, 1980'lerde Özal'ı, Batı'dan bıkıp, politikalarını Batı dışına açtıkları zaman hiç eksiklenmeden sonuna kadar desteklediler. Açın bakın, arşivler orada.
Türkiye'de solun (hatta sağın da) temel dürtüsü anti-emperyalizm olduğundan ve bu kavram İmparatorluğun dağılışından beri devam eden bir travma niteliği taşıdığından, Batı ile olan ilişkiler her dem ikircikli olmuştur. Bu maksatla hangi siyasi cephe söz konusu olursa olsun, mensupları, bilinç dışlarında, Türkiye dış politikasının "Batıdan kopmadan Batı dışı" bir model izlemesini adeta ön şart olarak biçimlendirmiştir. Siyasi ideoloji bu konuda sadece dozları ve detayları belirler.
Şimdi Türkiye böyle bir dönemden geçiyor.
Uygulanan politikayı ben kılı kılına yukarıdaki tanıma uygun görüyorum: Batı'dan kopmadan Batı ötesi bir anlayışın hâkim hale gelmesi. Bu model Türkiye'nin uluslar arası pozisyonunu güçlendirdikçe güçlendiriyor.
Peki, bu durumda, Türkiye'de elit neyi tartışıyor, neye karşı çıkıyor dış politikada sorusu sorulmamalı mıdır? Ben 1970'lerdeki solun solculuğunu tartışabilirim, onun Kemalist/devletçi özünü reddedebilirim, o ayrı bir problemdir, ama o kesimin geldiği yerde şimdi bugünkü politikayı reddedişini nasıl açıklayacağız? Ayrıntılarda, uygulamada eksikler varsa o irdelenir, başka, ben kategorik, baştankara bir reddedişi işaret ediyorum.
Yoksa, bu, hâkim ve "Türkiye'nin yanlış solunun niye toplumdan kopuk olduğunun, niye bir türlü toparlanamadığının, niye aşıldığının ve neden Türkiye'de gerçek ve ciddi bir sola hayati derecede ihtiyaç olduğunun bir başka göstergesi midir?