Siyaset biliminde iki ekol vardır. Bunlardan birisi konulara ve kavramlara teorilerin içinden bakar. Tarihsel derinliği olan analizler yapar. Herhangi bir sorunu o konudaki literatüre bakarak irdeler. Diğer ekol siyasal davranışı gözetir. İnsanların tepkilerini ölçmeye çalışır. Bu maksatla anketler düzenler. Matematiksel ve istatistiksel yöntemlerle elde ettiği sonuçları yorumlar. Ben birinci okula mensubumdur ve ikinci okulun çalışmalarını eski bir matematikçi olmama rağmen benimsemem. Merak ederim, öğrenmeye çalışırım ama kendimi o okulla özdeşleştirmem.
Bunun birçok nedeni vardır. Başlıca sebebi ideolojiktir. Bilimselliğin nesnellik, tarafsızlık gibi kavramlarla belirleneceğine inanmam. Kaldı ki, o bilimseldir, yansızdır, tarafızdır denen anketlerde bile ne türden yanlılıklar olduğu literatürde çok işlenmiş bir konudur. Bir de sorulan soruların problemli olduğunu baştan beri düşünürüm. Aynı şey verilen yanıtlar için de geçerlidir. Her defasında o soruların da, yanıtların da daha inceltilmesi gerektiğini aklımdan geçiririm ve bu beni rahatsız eder.
Buna mukabil birçok araştırmayı enine boyuna irdelerim. Orada da müthiş bir metodoloji ve birikim mevcuttur. Ona kayıtsız kalmak da bilimsel bir yaklaşım değildir.
Son zamanlarda Bekir Ağırdır'ın Radikal'de yayınladığı araştırmalarını dikkatle okuyorum. Daha önce, kurultay sırasında CHP'yle ilgili bir araştırmasını incelemiştim. Son derecede önemli bulgular ve sonuçlar üretiyordu. Şimdi de bir başka araştırması yayınlanıyor: Siyasette ve Toplumda Kutuplaşma. Onu da izliyorum. Sonuçlandırdığında daha farklı şeyler yazarım. Ama şimdilik bir noktanın üstünde durmak istiyorum.
Araştırma, toplumda önemli bir kutuplaşma olduğunu gösteriyor. Böyle bakınca irkiltici bir durum. Ama bu kutuplaşma ne zaman yoktu? Ben 1970'leri boydan boya yaşadım. Türkiye kutuplaşmayı iç savaşa dönüştürmüştü. 1980'lerde iyi kötü bir uzlaşma olduysa da kısa süre sonra şiddetli bir zıtlaşma yeniden kendisini gösterdi. 2002'den bu yana çok önemli bir başka toplumsal ayrışmanın içinden geçiyoruz. Neden böyle?
Bu soruyu açıklayacak sayısız, hepsi de önemli iddia ortaya atılabilir. Ağırdır'ın araştırmaları şimdi konuyu gündelik hayatımıza yeni giren muhafazakâr, modern gibi sosyolojiler etrafında ele alıyor. Fakat bana kalırsa işin daha farklı bir nedeni var: eğitim.
Türkiye'de toplumsal, siyasal zıtlaşmaların altında eğitimin yattığı neredeyse kesindir. Bir toplum düşünün ki, eğitim sistemi ezbercilik üstüne otursun. Ezbercilik aynı bilginin, tekil bir bilginin, dışına çıkılmaz bir şekilde herkese belletilmesidir. Oysa analitik bir yaklaşım bu anlayışı kabul etmez. Bir tek, tekil doğru olmadığını, doğrular kümesi olduğunu önerir. Belli yöntemsel ilkeleri yerine getirmesi koşuluyla herkesin kendi doğrusunu öne sürme hakkına sahip bulunduğunu belirtir. Öte yandan doğrunun tekil olmadığını bir kez belledikten sonra bir başka doğrunun olabileceği, kabul edilebileceği de neredeyse kendiliğinden bir ilke haline gelir.
Şimdi söyleyin: sadece ilk ve orta eğitimde değil üniversitede de aynı kitabı okuyan, tek doğruyu kabule zorlanan bir insan düşüncesini kolaylıkla değiştirebilir mi, başka bir doğrunun olabileceğini düşünür mü? Herhangi bir konuda belirli bir görüşe inandırılan insanların oluşturduğu bir toplumda tüm gruplar kendi görüşlerini vazgeçmemek üzere, sıkı sıkıya savunurken kutuplaşma olmaz da ne olur?
Hep siyasetten mi eğitime gideceğiz, biraz da eğitimden siyasete gitsek?..