Sarkozy'nin Türkiye'ye ziyareti kabul edeceği, Versay Sarayı'ndaki küçük tiyatroda Türk Sezonu'nu kapatan son gösteri Müsenna operasının başlamasından önce Senato Başkanı'nın yaptığı konuşmada Başbakan Erdoğan'a söylediklerinden belliydi. Başkan, Türkiye'nin ne kadar güçlü bir ülke olduğunu anlatıyor, iki ülke arasındaki ilişkinin ne kadar köklü olduğunu vurguluyor, sözlerini 'yaşasın Türkiye- Fransa dostluğu' diye bitiriyordu.
Aynı Başkan kasım ayında Cumhurbaşkanı Gül için verdiği yemekte de heyecanlı üslubuyla aynı şeyleri söylüyor ve böylece Sarkozy'nin bütün iddialarını, bütün stratejisini çürütüp, çöpe atıyordu. Aynı törende Dışişleri Bakanı Kuchner, eski ve Mitterrand'ın efsanevi Kültür Bakanı Jacques Lang, eski Başbakan Alain Juppe ve daha benzeri birçok önemli isim, politikacı bulunuyordu. Sarkozy'nin düşündükleri, söyledikleriyle bu görüntüyü birleştirince insanın içinden bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu demek geliyordu.
Sonunda o da Türkiye ile yakın ilişki kurmak isteyen Fransız sermayesinin, işadamlarının, turizm temsilcilerinin, aydınların, sanatçıların baskılarına dayanamadı ve Türkiye'ye gelmeyi kabul etti. Ama hiç kuşku yok ki, İstanbul Kültür Sanat Vakfı'nın kontrolünde hazırlanan ve yürütülen Türkiye Sezonu' nun başarısı da bu gelişmede önemli rol oynadı. Vakıf Başkanı Görgün Taner'in, Kültür Bakanlığı'nın katkısı, emeği ve duyarlılığı bu programa çok şey kazandırdı. Dokuz ayda gerçekleştirilen bunca etkinlik Fransız basınında yer almış, düzenlenen toplantılarda taraflar bir araya gelmişti. Sanat ve kültür bir ülkenin asıl yüzüdür, öz gerçeğidir. Hele Fransızlar için bu haydi haydi böyledir. Burada da hiç çekinmeden öncelikle halkı değil daha üst sınıfları ve yöneticileri dile getirdiğimi söyleyeyim. Bu tür toplantılar oradan başlayarak aşağıya doğru iner.
Nitekim öyle de oldu. Sonuç ortada. "Sarkozy'nin Türkiye'ye gelmesi o kadar önemli mi" denecektir? O kadarın ne ifade ettiğini bilemem ama elbette önemli. Sonunda kendi direnişine yenilmiş bir politika var ortada. Kaldı ki, toplumlar, halklar arasında herhangi bir ciddi, gerçek, kalıcı sorun olmadığı da açık. Fransa'nın Ermeni konusundan başlayarak bugüne kadar devam eden tutumunu izah edecek sayısız neden bulunabilir. Fakat bunların önemli bir bölümünün gündelik politikayla sınırlı olduğu, o olumsuz tavır ve tutum içinde bulunan yönetimlerin de bir başka düzeyde Türkiye'yle iyi ilişkiler götürmek istediğine bakarak anlaşılabilir.
Fransa'nın Türkiye'ye dönük bu duyarlılığına nelerin yol açtığı meydanda. Ama doğrudan doğruya Türkiye'nin müspet hanesine yazılacak o nedenleri burada kendi kendimize tekrarlamanın bir anlamı yok. Tam tersi bir tutumla zaman zaman ortaya çıkan olumsuzluklara bakarak oryantalist bir komplekse girmek de bir o kadar yanlış. Bana sorarsanız Türkiye'de karar mekanizmasında bulunan yönetimin başarısını tam da bu noktada aramak gerekir. 'Çağdaşlığın' belirli kesimlerde kabul edilmiş klasik 'görüntüsü'nün (evet, görüntüsünün) dışında kalan bu iktidar dış ilişkilerde ve sürdürülen genel politikalarda içe dönük bir oryantalizme hiçbir zaman düşmedi. Aksine, tamamen onun dışında kaldı. Ama onu yaparken de bu defa oksidentalist bir tutum içine girmedi. Kısacası komplekssiz davranmayı bildi. Gücünü somut ve nesnel verilerde aradı.
Türk Sezonu'nun başarısını da burada görmek gerekir. Çünkü bu dönemde Osmanlı'ya ve klasik kültüre vurgu, gönderme yapıldıysa da asıl ağırlık çağdaş, güncel sanata ve kültüre verildi. Bu düzeydeki etkinliklerde bu ilk defa oluyor. Yani Türkiye o alanlardaki gücünü fark ve kendisine itiraf ediyor. Mesele Batı'ysa, Batı ile 'hesaplaşmaksa', çağdaşlık yarıştırmaksa bunun başka yolu da yoktur.
Bilerek söylüyorum.