Halit Refiğ'in ölümüyle Türk sinemasının belli bir dönemi kapandı denebilir. 1950'lerde kendini göstermeye başlamış bu grubun ana özelliği bir ulusal sinema anlayışı geliştirmekti. İçinde Metin Erksan'ın en parlak sinemacı, Attila İlhan'ın bir şair-düşünür kimliğiyle şu ya da bu ölçüde etkin olduğu akımın işi nereye kadar getirdiğini, ne türden bir başarı elde ettiğini söylemek zor. Metin Erksan dünya ölçeğinde bir sinemayla ortaya çıktı ve o çizgiyi kolladı. "Ulusal sinema kavgası"nı her anlamda veren Halit Refiğ'di ama onun son filmleri de bambaşka nitelikler taşıyordu. Attila İlhan ise bu "kavga"yı farklı mecralarda yazdığı yazılarla ve biraz da televizyonlara yazdığı dizilerle sürdürdü. Gene de o akımdan ne kaldığı başlı başına bir sorundur.
Nedeni açık: 1970'lerden başlayarak önce bu işin öncüsü sayılabilecek Kemal Tahir'in edebiyat ve düşünce dünyasındaki etkisi azalmış, sonra Osmanlı-Selçuklu/Türk-İslam düşünce ve toplumsal yapısının kökenlerini bulmayı hedefleyen ATÜT "düşünürleri" 1980'e gelindiğinde neredeyse bir gecede ortadan yok olmuştu. Dünya da Türkiye de bambaşka bir yere savrulmuştu. Doğu- Batı zıtlaşmasını toplum kendisine göre aşmış ve çözmüştü.
Bundan birkaç yıl önce Halit Refiğ'i büyük usta Metin Erksan'la birlikte Akbank Sanat'ta düzenlediğim ve dört ay devam eden bir seminerler dizisine davet ettiğimde gelmiş ve ulusal sinema tartışmalarını, Kemal Tahir'le olan ilişkilerini, Metin Erksan ve Ertem Göreç'in de katılımıyla anlatmıştı. Refiğ bu defa daha çok ulusalcı bir görüşü savunuyordu. Katılıp katılmamak bir yana bir sinemacının görüşlerini bu kadar uzun bir süre içinde dönüşerek de olsa sürdürmesi ve sinemasını hâlâ bir ideolojiyle bütünleştirmek istemesi saygı duyulacak bir tavırdı.
Zaten o kuşağın yaptığı sinemacılığın önemi ve özelliği de buradan kaynaklanıyordu. Türk sineması, tarihinde ilk defa bu derecede donanımlı, sinema konusunda olduğu kadar sosyal ve kültürel konularda da birikimli, düşünce üretmiş bir dizi genç tarafından biçimlendiriliyordu. Metin Erksan'ın çok daha karmaşık bir biçimde mülkiyet ve "insan" sorununa eğilmesi, Attila İlhan'ın senaryolarını yazdığı filmlerde şehir gerçeğini deşmesi, Halit Refiğ'in tarihselle güncelin kat yerini araması ortaya yeni bir sinema dili getiriyordu. Buradan kolektif bir Türk sineması doğup doğmadığını söyleyemem. Bana kalırsa her şeye rağmen daha bireysel diller ortaya çıktı ama Atıf Yılmaz'ın, Memduh Ün'ün, Lütfi Akad'ın da bir ölçüde yer aldığı bu kuşak olmasaydı daha sonra gelen Yılmaz Güney de ondan sonrakiler de olamazdı.
Böyle bir oluşumda rol oynayan önemli faktör sanırım bu isimlerin kent kökenli olmasıdır. 1950'lerden sonra Türkiye'de başlayan toplumsal, kültürel, politik dönüşüme birinci elden tanıklık etmeleridir. Sinemanın bir "meseleyi" anlatacak, aktaracak, tartıştıracak bir mecra olduğunu daha işin başında benimsemeleridir. Sinemanın ticari bir meta olmaktan çıkması da onların sayesinde olmuştur. Tarihlerinin belli bir döneminde daha ticari filmler yapması bu isimlerin şu belirttiğim gerçeği değiştirmez.
Bu ustaların önlerinde kendilerinden sonra gelenlere bıraktıkları ölçüde güçlü, derinlikli bir sinema birikimi yoktu. Kaynakları Batı sinemasıydı. Özgünlükleri ise o sinemaya kendi kökenlerinden ne ekleyebileceklerini araştırmaktan, o sorunun üstünde uzun boylu düşünmekten geçiyordu.
Bu kuşak, bütün "yerliliğine" rağmen evrensel düzeyde entelektüeldi. Ondan sonra gelen kuşak ise ne kadar entelektüel olursa olsun yerli olamadı. Bu kuşak sinemasının entelektüel olduğu kadar kitle sineması olmasını da gözetti. Sonrakiler ise kitleye sırt çevirdiği için sinemalarının entelektüel boyutunu da ifade edemedi.
Halit Refiğ tabii ki büyük bir sinemacıydı. Sinemaya bir ömür verdi. Düşüncesini daima devlet merkezli bir biçimde tanzim etmesi en büyük yanlışıydı. Ama o bu yanlıştan kendisine göre bir doğru çıkarmasını başarmıştı.
Bu da gözlerini kapadığında ona yetiyordu.