Biz iki kardeştik. İki oğlan çocuğuyduk. Hep aynı okullarda birer sınıf arayla okuduk. Benim okula gitmekle hiç sorunum olmadı. Hatta her sene başında okulun açılmasına memnun bile oldurdum. Yavuz ise hayatı boyunca en iyi okullarda okudu ama ne okulu sevdi ne okula gitmeyi. Buna karşılık ben de 'okullu' olmayı asla sevmedim. Öğrenmenin belli bir kalıp içinde, tekrara dayalı, ezberle olacağına çocukken de aklım yatmazdı. Ders kitaplarını değil kendi bildiğim kitapları okurdum. Ama iyi bir okul olduğu için ve benim de biraz 'garip' ama kendisine özgü bir öğrenci olduğumu algıladıklarından, öğretmenler, Ankara Koleji'nde beni kendi halime bırakırlardı. O özgürlüğün sonsuz yararını gördüm. O gün bugündür özgür olmayan çocuğun ve zihnin yaratıcı olamayacağına inanırım. Kendi hocalığımda da bu şiardan bir nebze olsun sapmadım.
Dün sabah eğitim yılı başladı. Binlerce öğrenci yollara düşüp sınıflarına gitti, sıralarına oturdu. Metrosu, altyapısı olmayan 'metropolde' eğitim almak bile bir dert. Binlerce servis aracı bugünden itibaren trafikte.
Odamın camları bir liseye bakıyor. Dün sabah hem de çok erken bir saatte tören yapıldı. Kalkıp camdan biraz baktım. İnsanın neredeyse aklı duracak gibi oluyor. Üniformalı genç kızlar, oğlanlar askeri bir emir-komuta içinde hareket ediyor. 'Rahat- hazırol' komutuyla ellerini askerler gibi bacaklarının iki yanına bastırıyor, gözlerini sabit bir noktaya dikiyor. Eğitim insanı mengeneye sokmanın, kişiliğini kırmanın, ona sistemin/devletin istediği biçimi vermenin bir aracı.
Açık konuşalım, dürüst olalım! Zamanında Attila İlhan'ın ve Ahmet Tevfik Küflü'nün isteğiyle Bilgi Yayınevi'ne çevirdiğim sonra başına neler geldiğinden hiç haberim olmayan, şimdi adını artık pek kimselerin hatırlamadığı, zamanının çok önemli düşünürü Ivan Illich'in Toplumu Okulsuzlaştırma (Deschooling Society) kitabında (Attila İlhan bunu 'Okulları Kapatalım' adıyla yayınlamak istemişti) geliştirdiği kavramla söylersek 'okullulaştırılma' bir cehennemdir. Aslında çocukluk ve ilkgençlik bir cehennemdir. Onun üstüne bir de disiplin cenderesi binince üniversiteye kadar geçen dönem Türkiye'de tam bir kabustur.
Foucault'lara kadar gitmenin, okulun bir 'disiplin toplumu' kurmanın aracı olarak işletilmeye başlandığını hatırlatmanın çok bir anlamı yok. Türkiye, özgürlüğü bilmeyen, tanımayan bir toplum. Çocukluk söz konusu olduğunda bu toplumda özgürlük sadece şımarıklık ve arsızlıktır. (Her zaman söylerim, dünyanın herhangi bir yerinde ağlayan, bağıran, tehdit eden, etrafta koşturan bir çocuk ve peşinde koşan bir kadın görürseniz 'öpücem' diye sarılabilirsiniz, Türktürler.) Oysa özgürlük ancak bir disipline sahip olmakla ortaya çıkar. Bu bir iç disiplinidir ve başlı başına bir kültürdür.
Türkiye insanların bildiğini söylemesinin ayıp sayıldığı, saklanmanın, gizlenmenin erdem olduğu bir ülkedir. Eğitim sistemi insanlara öncelikle bunu öğretir. İkincisi, eğitim, bütün o cumhuriyet, modernleşme, Batılılaşma feryatlarına rağmen skolastik bir anlayışla kendisini ifade eder. Yani, Doğu kültürünün özünü meydana getiren 'ezber' ve 'tekrar' herkesin ad infinitum aynı şeyi okuması ve onu bu defa aynı kaynaklardan yorumlaması temel eğitimin temel sistematiğidir. Kuşaklar boyunca aynı tarih, coğrafya, bilmem ne kitapları okunmuş, bilgi aynı şekilde yorumlanmıştır, eğer artık ona bilgi denirse. Bu Yahya Kemal'e Osmanlıları tanımlarken 'pilav yer, Mesnevi okurlardı' dedirten muhakemedir. Aynı Mesnevi'yi ve şerhlerini okumak...
Geçenlerde de yazmıştım. Türkiye bir dönemeci aldığına inanıyor, büyük hırslara ve iddialara sahip. Onlara erişmesinin tek yolu eğitime yatırım yapmasıdır. Eğitim bir üretim alanı değildir, uzun erimli yatırımdır. Hammaddesi okul, sıra, kitap, bilgisayar değildir. İnsandır ve özgürlüktür.
Ben hafifi ateşim ve boğaz ağrımla yatağa geri döndüğümde çocuklar İstiklal marşını okumuş, 'antlarını' içmiş, sınıflarına dönüyorlardı. Yeni bir eğitim yılı başlıyordu.