Geçenlerde birisi İstanbul'un ilk açılan alışveriş merkezi olan Ataköy'deki
Galleria'dan söz etti. Bugün onu anımsamanın insanı hüzünlendirdiğini söyledi. Gerçekten de Turgut Özal'ın açılığını yaptığı, 1980'lerin bütün o şaşaasını, debdebesini yansıtan, zamanında Nihal ve Ülker'le onca gittiğimiz Galleria'nın önünden her geçişimde aklıma o divan edebiyatı mısraı geliyor: " ol saltanatın şimdi yeller eser yerinde" . İstanbul şimdi birbiri ardınca açılan, çok gösterişli alışveriş merkezleriyle "sarsılıyor".
Paris'e, Berlin'e, Viyana'ya, Prag'a, Budapeşte'ye, Madrid'e, Barselona'ya gidersiniz. Kent önünüzde sokak sokak açılır. Kargacık burgacık, Ortaçağ'dan kalma o sokakların iki yanı çok küçük, şiirsel, otantik dükkanlarla doludur. Kendi öykülerini yazar, kendi maceralarını yaşarlar. Bir şehri şehir yapan o sokaklarıdır. Sokaklardaki o dükkanlardır.
Elbette "modernleşme"yle birlikte büyük alışveriş merkezleri gelişir, devreye girer, önemli bir ihtiyacı karşılar. Gene de ben o kentlerde, İstanbul'daki gibi, şehrin teslim olduğu, kent merkezine yerleşmiş bir alışveriş merkezi bilmiyorum. Kimse kusura bakmasın, ben de gidiyorum oralara, hele boş olduklarında ben de seviyorum oraları ama gene de bana garip geliyor mesela bir Nişantaşı'nın ortasında yükselen bir alışveriş merkezi. Eskiden pasajlar vardı denilecektir ama 19'uncu yüzyıl kentleşmesi içinde o bambaşka bir şeydir. O zaman düşündüm, nedir bu alışveriş merkezlerinin farikası diye ve üç neden buldum.
Kentten kaçış
Birincisi, biz, sokağa dayalı bir kentleşmeyi yeteri kadar güçlü bir biçimde yaratamadık. Yukarıda andığım şehirlerde olduğu gibi bizim kent merkezlerimizde zengin bir dükkanmağaza dokusu yok. Bir şey almak için insanlar bir yerden bir yere gitmek zorunda kalıyor. Ulaşım ağı da yeterli olmayınca sokakkent ikilisi hayatı zindana çeviriyor. Yani, David Harvey'in, son yayınladığı kitabında uzun uzun anlattığı gibi Paris'i çok merkezli veya merkezsiz bir kent haline getiren olanaklar bizde yok. Hal böyle olunca insanların canlarını bir alışveriş merkezine atması neredeyse bir kurtuluş.
Sokağı sevmemek
İkincisi ve daha önemlisi galiba bizim sokağı pek sevmeyen bir kültüre sahip oluşumuz. Daha çok oturmaktan, oturduğumuz yerde kalmaktan hoşlanıyoruz. Bir tür kahvehane alışkanlığı diyelim. Şimdi kenti kuşatan tarbucks'lara bakıyorum. Amerika'da sadece "uğranılan" bu mekanlar bizde saatler boyu oturulan yerler. Bu nedenle de alışveriş merkezleri, onların kapalı ve "bilinen" hava ve dünyası bir tür " ana rahmi sendromu " gibi bizi sarıp sarmalıyor. Oraya girince, her şeyi bir arada bulmanın da verdiği rahatlıkla, kalıyoruz.
Yar bana bir statüko
Üçüncüsü ve en önemlisi galiba şu: her ne kadar alışveriş merkezlerinde her keseye "hitap" eden farklı mağazalar varsa da alışveriş merkezlerinin bizatihi kendileri aralarında gelir düzeyleri bakımından ayrılıyor. Böylece merkezlere gitmek bir statüko meselesine dönüşüyor. Bu, bazı merkezlerin belli mağazaları kabul etmemesine kadar varıyor.
Kent içinde kent kurmak
İşin özü şu ki, "mall"lar bizim kentleşme tarihimizde bir dönemeç noktası. eyami Safa modernleşmemizin bir durağını " cumbadan rumbaya" diye tanımlamıştı. Bu evreyi de " sokaktan mall'a" diye adlandıralım. Mall'lar artık bizim için sokak, kır, park, orman. Kuşkusuz daha şehirli. Bu yönüyle sevindirici. Oraları ortak kültür üretmenin yeni mekanları.
Bu merkezler "kent içinde kent"ler. Ama ben gene de şehrin kendisini, onun karmaşasını ve sükunetini, sokakların romanını, kitlenin çoğulluğuna karşı insanın tekilliğini, yalnızlığını daha çok seviyorum.