Geçen hafta sonunu Kars'ta, bu uzak ve hüzünlü kentte geçirdim.
Beni oraya çeken bin yıllık dostum ve tam bize lazım olan türden "akıllı bir deli" olan Dr. Ahmet Boyacıoğlu'nun düzenlediği Gezici Festival'di.
Ahmet Boyacıoğlu anlı şanlı bir doktorken her şeyi bırakıp sinemaya döndü. O gün bu gündür bin bir yokluğa, kısıtlamaya, olanaksızlığa canıyla dişiyle direnip bu festivali düzenliyor. Bu yılki festival için sadece 100 bin YTL bulabildiğini söyleyince şaşkınlıktan ağzım bir karış açıldı. Neyse ki, Kars'ı, bu gerçekten ihmal edilmiş şehri yeniden canlandırmayı kendine görev seçmiş Belediye Başkanı Naif Alibeyoğlu elindeki olanakları seferber ediyor da bu festival yürüyor.
Festival ve Kars
Ben sanatla kalkınma olacağını düşünenlerden değilimdir. Ama Türkiye'nin asal sorunlarından birinin kültürsüzleşme olduğuna yürekten inanıyorum. Lise eğitiminin ortadan kalktığı, felsefe ve edebiyat öğretiminin hiç mesabesine indiği, bırakın insanları, basında çıkan yazıların 100 sözcükle ve üç kelimeden müteşekkil cümlelerle yazıldığı bir toplumda kültür buharlaşmış, ülke derin bir sarsıntı geçirmektedir diye düşünürüm . Doğan boşluğu ucuz popüler kültürün ve sosyal pornografinin dolduracağını öne süren kitaplar yazdım.
O bakımdan Kars gibi dışına kapalı, içine dönük, mahcup ama saygılı, öğrenmeye susamış ve hevesli insanların, özellikle de gençlerin oluşturduğu bir kentte düzenlenen böyle bir festivalin önemini yadsımak mümkün mü? Benim de katıldığım bir panelde senaryosunu büyük sinemacımız Yılmaz Güney'in yazdığı Şerif Gören'in unutulmaz filmi Yol'u konuştuk. Ondan da önemlisi filmin montaj sırasında atılmış 20 dakikalık "efsane" bölümlerini ilk kez izledik. Bu, Kars'ın çok ötesinde, insanı ürperten bir kültürel "olay"dı ve bunu Gezici Festival başarıyordu. Şimdi orada söyleşiler, atölye çalışmaları düzenleniyor. Paneller, galalar, film gösterimleri var...
Ve Kars!..
Ben orada doğdum. Ömrümün ilk sekiz yılını orada geçirdim. Onun üstüne gerili, yeryüzünün en büyük göğü, uçsuz bucaksız ovaları, saydam, camdan farksız ve delici ışığı, bitmek tükenmek bilmeyen karları çocukluk belleğimi ördü. Sokaklar, Baltık mimarisinden kopup gelmiş taş yapılar, o zamanlar derin, geniş, hareketli, kenti yarıp geçen çayı (sonra o çayı tutmak için Çıldır'a bir hidroelektrik santrali projelendirecektim) ve nihayet yalçın ve heybetinden türeyen yalnızlığı yaşayan kalesi içim sıra yaşadı durdu. Onu Cemal Süreya'nın unutulmaz şiirinde ve Ataol Behramoğlu'nun dizelerinde yaşadım.
Şimdi, bu festival nedeniyle Kars'a zaman zaman geri dönüyorum. İlkinde oradan ayrılışımın kırkıncı yılıydı. Bu defa 50 yaşımda idim. İlginç olanı, doğduktan kısa bir süre sonra taşınıp içinde yaşadığımız, oradan çıkıp Ankara macerasına başladığımız, şimdi mükemmel bir otele dönüştürülmüş olan evimizde geçirdiğim zamandı.
Benim nostalji duygum olmasa da hatırlamak güzeldir. Ama bir şeye yetmez. Kişi başına düşen gelirin 800 dolar civarında olduğu bu kentin de salt anımsamalarla yetinemeyeceği açık. Sermaye, yatırım ve katkı gerekiyor. Ancak o zaman 1920'lerde bir Cumhuriyet olan, zamanında operaların oynandığı bu kent, büyük romancımız Orhan Pamuk'un romanıyla bilinmekten çıkacak ve geçmişine layık olacaktır.