Dünyada örnekleri çoktur. Kendi vatandaşını güvenliğe tehdit olarak gören ülkeler vardır. Bu ülkelerin kendilerine has "milli güvenlik siyaset belgeleri" vardır. Onların da "EMASYA"ları vardır. Kara listeleri, fişleri, takip elemanları vardır. Neden? Çünkü bu tür rejimlerin temelde bir meşruiyet sorunu vardır. Meşruiyetini halka dayandıramamış bütün rejimler kendi halkını potansiyel bir tehdit olarak görür.
Bunun dış politikaya nasıl yansıdığını iyi anlamak gerekiyor. Bize uzun yıllar "dört tarafı düşmanlarla çevrili" bir ülke olduğumuz anlatıldı. Batısında Batılı (Yunanistan ve Bulgaristan), doğusunda Ortadoğulu ve Müslüman (İran, Irak, Suriye), kuzeyinde komünist (Rusya) düşmanlarla çevrili bir Türkiye. Fakat düşmanlarımız bunlarla sınırlı değil. Küresel güçler de hep can düşmanımız oldu. İrili ufaklı bütün dünya ülkeleri bir araya geldiler, adı konulmamış bir protokol imzaladılar ve Türkiye'yi bölme ve yıkma kararı aldılar. Bu yüzden Türkiye'nin her zaman teyakkuz halinde olması gerekiyor dediler. "Düşmanını iyi belle" diye belgeler yazdılar, savaş oyunları tasarladılar. İnsan bu tabloya bakınca "Ne kadar talihsiz bir milletiz!" diyesi geliyor. İmkân olsa da Türkiye'yi başka bir yere taşısak, belki rahat edeceğiz ama bu amansız düşmanlar oralara da gelirler!
İç düşman her yerde!
Mesele burada kalmıyor. Dış düşmandan daha tehlikeli olarak görülen bir de iç düşman var. Bu iç düşman, bir heyula gibi, ülkenin her yerindedir. Bazen sol elini kaldırmış slogan atıyordur, bazen başında başörtüsüyle "devletin alanı"na (mesela GATA'ya hasta ziyareti için) girmeye cüret etmektedir. Bu hayalet bazen kendisinin Kürt olduğunu söyler ve anlamadığımız ilkel bir dilde garip sesler çıkartır, bazen açıkça resmi ideolojiye kafa tutar. Ama hepsi hıyanet içindedir. Hiçbirinin sadakatine güvenilmez. Hiçbiriyle makul ve normal bir ilişkiye girilmez. Onların anladığı tek dil, şiddettir.
Bugüne kadar ortaya çıkartılan darbe senaryolarında, günlüklerde, savaş planlarında ve fişlemelerde, bu iç tehdit algısının traji-komik örneklerini gördük. Bu, Amerikalı senatör Joseph McCarthy'nin 1950'lerin başında başlattığı cadı avına benziyor. Fakat biz bu konularda daha tecrübeliyiz. Bizde McCarthysm hiç ölmüyor çünkü onunla hiçbir zaman yüzleşmiyoruz; bu zihniyeti ilelebet mahkûm edip rafa kaldıramıyoruz.
Vatandaşa güven ve dış politika
Şimdi soralım: Kendi insanına güvenmeyen, onu birinci tehdit olarak gören bir ülke, dış politikada başkalarına güvenebilir mi? Başka ülkelere güven telkin edebilir mi? Bölgesinde liderlik iddiasında bulunabilir mi? Dış politikanın en önemli unsurlarından biri demokratik meşruiyettir. Yani izlediğiniz politikaların halkın özgür iradesinde ve tercihlerinde karşılık bulmasıdır. İç tehdit algısı, dış düşman kavramından çok daha derin olan bir ülke demokratik meşruiyete sahip olamaz. Demokratik meşruiyeti olmayan bir ülke, dış politikada vizyoner ve yapıcı bir liderlik rolü üstlenemez.
Türkiye iç tehdit algısını kontrol altına aldığı dönemlerde (Özal ve AK Parti) dış politikada önemli hamleler yapabilmiştir. İç tehdit paranoyasının ayyuka çıktığı, kara listelerin hazırlandığı dönemlerde ise bırakınız hamle yapmayı, en temel haklarını bile savunamadı. 12 Eylül 1980 darbesinin ardından yahut 28 Şubat sürecinde hangi dış politika hamlesini yaptı Türkiye? Bölgesinde hangi projeye imza attı? Hangi uluslararası kurumda etkin hale geldi? Dış ticaretini artırabildi mi? Vizeleri kaldırabildi mi? Turist sayısını artırdı mı? Türkiye'ye gelen yabancı devlet adamı sayısı neydi acaba bu yıllarda?
Bütün bunların bir de AB boyutu var. AB ile tam üyelik müzakeresi yapan Türkiye, iç tehdit algısını esas alan bir milli güvenlik siyaset belgesiyle yönetilemez. Kendi vatandaşını fişleyen, aydınları, bürokratları, gazetecileri, işadamlarını "zararlılar", "faydalılar" ve "faydalanılacaklar" diye tasnif eden bir zihniyetle Türkiye ne AB'ye girebilir ne de etkin bir dış politika izleyebilir. Nasreddin Hoca'nın Timur hikâyesinde olduğu gibi sürekli arkasını kollayan, kendi güvenliğinden endişe duyan bir kadronun dış politikada yeni denizlere yelken açması mümkün değildir.
Bu yüzden EMASYA protokolünün kaldırılması sadece iç politika değil dış politika açısından da tarihi bir olaydır. Türkiye'nin içerde normalleşmesi demek, dış politikasında daha özgüvenle ve kararlılıkla hamle yapabilmesi demektir. Şimdi sıra mahiyetini henüz bilmediğimiz "milli güvenlik siyaset belgesi"nde.
Türkiye'yi gerçekten büyük bir ülke yapmak istiyorsak bu belgenin yeniden yazılması gerekiyor.