Kadim Yunanlılar siyaseti "şehirde yaşayan bir topluluğun sorunlarını akıl, ikna ve uzlaşı yoluyla çözmesi" olarak tanımlamışlardı. "Medeni" (yani medineli, şehirli) Yunanlıları, "barbarlar"dan ayıran en temel özellik, işlerini logos'u yani aklı ve dili kullanarak halletmeleriydi. Akıl, dil, ikna, uzlaşı... Bunlar siyasetin kurucu unsurları. Bu tanıma göre Türkiye'de muhalefetin ortaya koyduğu siyaset tarzına siyaset demek ne kadar mümkün?
Kadim Yunan, bize demokrasi güneşinin doğduğu yer olarak anlatılır hep. Oysa Yunan siyaseti, bu gün anladığımız manada bir demokrasi değildi. Yunanlılar, kadınları, köleleri ve "barbarlar"ı yani Yunan olmayanları tam insan saymadığı için siyaset ve yönetim dışında bırakmışlardı. Aristo, "doğal kölelik" kavramının ilk kurucu ismidir. Bazı insanlar köle olarak doğar, köle olarak ölürler. Barbarlar, Yunanca konuşamadıkları, yani dili ve aklı doğru kullanamadıkları için barbar olmuşlardır. Bir etimolojiye göre "barbar" kelimesi, Yunanca konuşamayan yabancıların çıkarttığı "bar ... bar ... bar ..." sesinden türetilmiştir.
Yunan demokrasisinin asıl trajedisi, Sokrat'ın idam edilmesidir. Sokrat gibi hem aklını, hem dilini doğru kullanabilen, kalbini herkese açmış, insanlığın vicdanı olmuş bir bilgenin idam edilmesi, Eflatun için demokrasinin ve siyasetin bittiği andır. Çünkü artık ortada ne akıl, ne dil, ne de vicdan kalmıştır. Bu yüzden Eflatun geç dönem siyaset felsefesinde otoriter bir model geliştirmek zorunda kalır. Ama siyasetin tek tanımı bu olabilir mi?
Siyasetin sonu? "
Mümkün olanı bulma sanatı" olan siyaset, Türkiye'de çözüm üretme değil bir güç devşirme aracı olarak kullanılıyor. Akıl, ikna, uzlaşı, mutabakat kavramları yerini ideolojik kutuplaşmalara bırakmış durumda. Siyasetçi çözüm üretmekten çok mevcut durumunu korumanın derdinde.
Demokratik açılım süreciyle başlayan yeni demokrasi tartışması, Türk siyasetinin ve demokrasisinin de sınırlarını ortaya koyuyor. CHP ve MHP'nin başını çektiği muhalefet, reel siyasetten çok ideolojik bir karşı duruşa yaslanıyor. Hükümetin somut politika önerilerini yine somut teklifleriyle eleştirmesi ve yeni alternatifler sunması gereken muhalefet, muhayyel bir Atatürkçülükten girip yine muhayyel bir Türk ulusalcılığından çıkıyor. "Muhayyel" diyorum çünkü CHP'nin savunduğu Atatürkçü doktrin, CHP'nin kurguladığı ideolojik bir aygıt. Cumhuriyetin temel esprisiyle yakından uzaktan ilgisi yok. Cumhuriyet adı üstünde cumhurun, yani halkın tamamını kucaklayan, devletin herkese adaletle muamele ettiği bir siyasi düzen demek. CHP'nin cumhuriyet tasavvuru, sınıfsal ve totaliter bir rejimi çağrıştırıyor. CHP sözcüleri "Etnik kimlikleri tanıyoruz" diyor ama ardından Dersim'i bir çözüm modeli olarak öneriyor.
Muhalefetin demokratik açılım sürecindeki tutumu, siyasetin ne akıl ne de dil ve ikna yoluyla yapılamayacağı intibaını uyandırıyor. Peki, siyasette aklımızı, dilimizi ve vicdanımızı kullanmayacaksak, neyi kullanacağız? Devletin kolluk güçlerini mi?
Muhalefetin demokrasi sorunu
Muhalefet, Kürt sorununu çözecek sihirli bir formülün olmadığını biliyor. Hükümetin elinde de böyle sihirli bir değnek yok. Fakat çözümün nerede aranması gerektiği az çok belli. Şaşırtıcı olan, muhalefetin Kürt sorunu ve PKK meselesi üzerinde neredeyse hiç kafa yormamış olması. Bunu nereden mi çıkartıyorum? Muhalefet liderlerinin açıklamalarından. Sayın Baykal "etnik kimlik şereftir" diyor (insanın seç(e)mediği bir şeyle şeref duyması ne demek?) ama hemen ardından "anadilin kullanımı Türkiye'yi böler" diyor. Sayın Bahçeli "Kürt kökenli kardeşlerimiz" diyor ama "Kürt" denilince irkiliyor. Türkiye'de "Kürt kökenli" olmakta bir sorun yok ama Kürt olmak mesele.
Siyasetin tam da bu noktada devreye girmesi ve çözüm üretmesi gerekirdi. Ama siyaset bir güç devşirme aracı olarak görüldüğü için muhalefet buna yanaşmıyor. Oysa Kürt sorununu da, diğer meseleleri de demokratik bir olgunluk ve ortak bir kader ve his anlayışıyla çözmek pekâlâ mümkün. Türkler ve Kürtler arasındaki güven bunalımını aşabilsek, sorunun çok büyük bir kısmı zaten çözülmüş olacak. Türkler (ve devlet), Kürtlere güvenmiyor çünkü bir gün ayrılıp gideceklerinden şüpheleniyor. Kürtler, Türklere (ve devlete) güvenmiyor çünkü yeni asimilasyon politikalarına maruz kalacaklarından korkuyor.
Şimdi bu güveni kim inşa edecek? Siyaset önderlerinin "bu benim meselem değil" deme lüksü var mı?