Erken Cumhuriyet modernleşme projesinin en büyük sorunu, fazlasıyla etkilendiği "bilimcilik"in de etkisiyle, asır sonu düşüncesine duyduğu sarsılmaz inanç idi. Bu proje aynı düşüncenin ürünü diğer tasavvurlar gibi "din"in hızla marjinalleşeceği, doğuş ve gelişiminin "bilim" tarafından tüm detaylarıyla açıklanabileceğini öngörüyordu.
Söz konusu proje, Batı toplumlarının cenazesini kaldırdığını düşündüğü "din"in, Türkiye'de gerçekleştirilecek techiz, tekfin ve toprağa verilme işlemi için bir süre daha sabretmenin gerekli olduğu kanaatini taşıyordu. Pek çok yönetici seçkin bu defin işlemini zihinlerinde gerçekleştirmişti. Ama Batı'daki kitlelere göre çok daha bağnaz olduklarını düşündükleri yerli avamın "aydınlatılarak" bâtıl itikadlardan kurtarılmasının zaman alacağını varsayıyorlardı.
Buna karşılık yeni ulus-devlet, "bırakalım cahil kitleler hurâfat ve isrâiliyâta inanmaya devam etsin," neticede bilimsel gerçeklere karşı gelemeyerek "aydınlanacaklar, kendileri değilse bile çocukları bâtıl itikat batağından çıkacaktır" benzeri bir yaklaşımı da benimsemiyordu. Bu nedenle "dinin dönüştürülmesi" Erken Cumhuriyet modernleşme projesinin önemli hedeflerinden birisi haline geldi. Buna karşılık laiklik ulaşılacak bir "hedef" olmadı ve bir "dönüştürme aracı" olarak kullanıldı.
Dinin "millileştirilerek ve kişiselleştirilerek" dönüştürülmesi Erken Cumhuriyet modernleşme projesinin merkezinde yer alıyordu. Burada ilginç olan Ziya Gökalp'in değişik eserleri ile İslâm Mecmuası'nda geliştirdiği tezleri yeni ufuklara taşıyan "millileştirme" kadar "kişiselleştirme"nin de bir "toplumsal proje" haline getirilmesiydi. Bu ise "din" konusunda tercihi "birey"e bırakma benzeri liberal bir yaklaşımın değil "din"i toplumsal boyuttan arındırarak marjinalleştirmeyi hedefleyen toplum mühendisliğinin ürünü idi.
Örgütlenmemiş din
Bu nedenle Erken Cumhuriyet projesi "din"in toplumsal örgütlenmesinin önüne geçilmesini temel hedefi olarak belirlemişti. Örneğin tekke ve zâviyeler gerçekte birer "menba- i atâlet ve masdar-ı batâlet" oldukları için değil dini "toplumsal" düzeyde örgütledikleri için kapatılmışlardı. "Toplanarak âyin" yapanların tutuklanması da "âyin"den ziyade "toplanmayı" engellemeyi amaçlayan bir tedbirdi.
Dini "bireyselleştirme" gayretleri 1930'ların başlarında Avrupa'da çoktan unutulmuş bir düşünürün Türkiye'de ön plana çıkarılmasına neden oldu. Jean-Marie Guyau, 1888'de, otuz dört yaşında öldüğünde, kaleme aldığı parlak eserlere karşılık Avrupa düşünce tarihinde önemli bir iz bırakmamıştı. Bu açıdan bakıldığında 1930'lu yıllarda Guyau'nun Türkiye'de düşünceleri en fazla tartışılan felsefecilerden birisi haline gelmesi beklenen bir gelişme değildi.
Guyau'nun kazandığı beğeni ve ona atfedilen önem, şair felsefecinin Vecibesiz ve Müeyyidesiz Bir Ahlâkın İcmâli ve İstikbâlin Din Yokluğu başlıklı eserlerinde "geleceğin toplumu"nda dinin ortadan kalkması neticesinde oluşacak sorunları ele almış olmasıydı. Ona göre doğacak büyük boşluğu doldurmanın çâresi vecibe ve müeyyideden âzâde, bireyleri felsefî anlamda "dindar" kılacak bir "ahlâk" yaratılmasıydı. Bu, Türkiye'de, namaz kılmayan, camiye gitmeyen ama felsefî anlamda "dindarlaşan" bireylerle yaratılacaktı.
Guyau'nun derin ahlâkçılığının, resmî ideolojinin mekanik bilimciliği ile bağdaştırılması imkânsız pek çok yönü bulunuyordu. Buna karşılık önerdiği "toplumsal boyutu olmayan din" yaklaşımının entelektüeller tarafından bir can simidi olarak göründüğü şüphesizdir. Bireylerin farklı biçimlerde yaşadığı, yorumladığı böylesi "felsefî dindarlık", toplumsal dindarlığı "avam"a ait bir davranış biçimi ve hurâfelere inanma olarak gören pek çok Erken Cumhuriyet seçkininin yeni "ahlâk"ı haline geldi. Bu bireyler bilimcilikle de eklemleştirdikleri "felsefî dindarlıkları"nın seçkin statülerinin önemli belirleyicilerinden birisi olduğunu düşünüyorlardı.
Dinin dönüşü ve Beyaz Türkler
Guyau temelli "felsefî dindarlık" yaklaşımının temel tezi, şair felsefecinin kitabına da başlık olarak seçtiği "istikbâlin din yokluğu" idi. Ama asır sonu düşüncesinin varsaydığının tersine "geleceğin toplumunda" örgütlenmiş din ortadan kalkmadığı gibi yeniden kamusal önem kazandı. Casanova, Modern Dünyada Kamusal Dinler (1994) kitabında 1980 sonrasında dinin uzun süre önce terketmiş olduğu alana geri dönüşünün hızlandığını çarpıcı bir kuramsal analizle ortaya koyarken önemli bir gerçeğe parmak basıyordu. 1979'da bir asır sonu sosyoloğu gibi konuşan Peter Berger, yaygınlaşan laikliğin dinleri marjinalleştireceği ve global ölçekli bir sekülerliğin şekilleneceği kehânetinde bulunmuştu. Berger yirmi yıl sonra bu öngörüsünün hatalı olduğunu, "dünyanın çok daha dindarlaştığını" belirtmek zorunda kalacaktı.
Beyaz Türkler olarak adlandırılan statü grubu üyelerinin bu önemli gelişmeyi bütünüyle gözardı ettikleri doğrudur. Bu kişiler, Erken Cumhuriyet seçkinlerinden farklı olarak Guyau'nun "felsefî dindarlığı" yerine post-modern toplumlardaki seçkinler arasında yaygınlaşan "bireysel dindarlık" yaklaşımını cazip bulmaktadır.
Bu fazla şaşırtıcı bir gelişme değildir. David Gortner'ın "kişisel teoloji türleri" üzerine yaptığı ilginç çalışma ABD'de genç kuşaklar arasında "kişisel" özelliklerle donanmış inanç biçimlerine duyulan ilginin arttığını ortaya koymakta, Thomas Moore'un A Religion of One's Own kitabı benzeri kitaplar hatırı sayılır ilgi uyandırmaktadır.
Ancak bu hareketlerin marjinal oldukları ve günümüz dünyasının önemli gerçekliğinin "örgütlenmiş dinin toplumsal hayata dönüşü" olduğu unutulmamalıdır. Sorun kişilerin vecibesi olmayan "felsefî dindarlık"a yönelmesi ya da şahsa özel "bireysel inanç" geliştirmesi değildir. Bu tür tercihlere saygı duyulmalıdır. Buna karşılık böylesi yaklaşımların toplumsal proje haline getirilerek, bunun üzerinden dinin "toplumsal boyuttan arındırılması"nın hedeflenmesinin ciddî sorunları beraberinde getireceği unutulmamalıdır.
Dünyanın kendileri etrafında döndüğünü düşünen, dinin temelde toplumsal bir olgu olduğunu gözardı eden Beyaz Türk yaklaşımı, global ölçekteki değişimi anlayamamakta ve marjinali "toplumsal" hale getirmeye çalışmaktadır.
Erken Cumhuriyet modernleşme tasavvuru mimarlarının, gereğinde zecrî uygulamalarla, dini toplumsal boyuttan arındırmaya çalışmalarının maliyeti ortadadır. Ancak bu projenin dönemin yaygın entelektüel inançlarına dayanan, zamanın ruhunu yansıtan bir girişim olduğu da unutulmamalıdır.
Bireysel düzeyde kaldığı sürece saygı duyulması gereken "bireysel dindarlık"ın günümüz dünyasında toplumsal proje haline getirilmesinin çok daha büyük sorunlar yaratacağı ortadadır. Bu zamanın ruhuna da aykırı bir tasavvurdur.