İki gün sonra Türkiye Cumuriyeti'nin doksanıncı kuruluş yıldönümü kutlanacaktır.
Bu nedenle her yıldönümünde olduğu gibi "ortaçağ karanlığından çıkış," "kuldan vatandaş, ümmetten millet" benzeri klişelerin tekrar edileceği şüphesizdir.
Bu tür "kopuş vurgulayıcı" ve "devr-i sabık yaratıcı" söylemin Erken Cumhuriyet döneminde kullanılmasının anlamlı gerekçeleri olduğu ortadadır.
Ancak doksan yıl sonra "cumhuriyet"in bu düzeyde tartışılması fazlasıyla hayal kırıcıdır.
Söz konusu söylemin en önemli sorunu tarihî gerçeklikle çelişmesi değildir.
Anayasa ile idare edilen ve sosyalist işçi örgütlenmelerinden feminist vurguları kuvvetli kadın hareketine, materyalist düşünce akımlarından milliyetçi teşkilâtlanmalara ulaşan bir renkliliği yansıtan Cumhuriyet öncesi toplumun "kul," "ümmet," "ortaçağ" gibi benzetmelerle açıklanması anlamlı değildir. Buna karşılık bu yaklaşımın yarattığı öncelikli sorun bu değil, "cumhuriyetçi" söylemin demokrasi karşıtı bir ideolojiye evrilmiş olmasıdır.
Cumhuriyetçi düşünce
Toplumumuzda süregelen cumhuriyet kutsamaları, Avrupa düşünce tarihinde "cumhuriyetçilik"in "kamu yararı"nı belirleme iddiasıyla ortaya çıkan ve oligarşik ve demokrasi karşıtı eğilimler taşıyan bir hareket olarak geliştiğinin göz ardı edilmesine yol açmaktadır.
Cumhuriyetçiliğin Roma'dan Rönesans'a ulaşan Cicero, Leonardo Bruni, Francesco Guiccardini benzeri önde gelen düşünürleri "seçim ve temsile dayalı," tüm vatandaşların eşit olduğu "demokratik" bir yapıyı değil senato egemenliği, aile iktidarları ve oligarşileri savunmuşlardı. Machiavelli ve Brunetto Latini'nin bu alanda daha katılımcı tezler ortaya attıkları doğrudur. Ancak genel anlamıyla "cumhuriyetçilik" fazlasıyla seçkinci ve "demokrasi" karşıtı sayılabilecek bir söylemi dile getirmiştir.
Dönemin Batı siyasal düşüncesindeki genel demokrasi karşıtlığı gözönüne alındığında bunun şaşırtıcı olmadığı da ortadadır.
Bunu izleyen dönemde Hollanda'nın bağımsızlığı, I. Charles'a yönelik parlamenter muhalefet ve Amerikan ve Fransız devrimleri cumhuriyetler doğurmuşlardır.
Ancak bunları doğuran hareketlerin, en azından erken safhalarında, "cumhuriyet" kurulması benzeri bir amaç bulunmamıştır.
Bunların üç tanesinde kurulan cumuhuriyetler ise farklı felsefî temeller ve siyasî idealler üzeride yükselmiştir.
Bunlar arasında Fransa, ortaçağ İtalyan devletlerinde gelişen "cumhuriyetçi" geleneğe dayanarak ve Rousseau'nun "egemenlik" anlayışı üzerinden üretilen "devrimci"liği benimseyerek demokrasiyi en fazla dışlayan örnek olmuştur. Jacobinlerden Regis Debray'e ulaşan bir süreçte "cumhuriyet-demokrasi" çatışmasını kavramsallaştıran bu "devrimci cumhuriyetçilik" toplumsal tabanda karşılık da bulmuştur.
Türk Üçüncü Cumhuriyeti
Avrupa'da ve Amerika'da cumhuriyetlerin oluşmasına yol açan gelişmelerde olduğu gibi Türkiye'de de cumhuriyetin kurulması ile neticelenen sürecin en azından ilk safhalarında "cumhuriyet" bir hedef olmamıştır.
Cumhuriyetin kuruluşu sürecinde Türkiye'de ciddî bir "cumhuriyetçilik" tartışması yaşanmamış, "cumhuriyet," "monarşi" karşıtı ve daha fazla katılımı sağlayacak bir "rejim" olarak kavramsallaştırılmıştır.
Rousseau'nun egemenlik anlayışına dayanan "otoriter" ve ideallere ulaşma amacı üzerinden "kamu yararını belirleme tekeli" yaratan bir rejimin Cumhuriyet kurucularına cazip geldiği ortadadır. Ancak bu alandaki tartışma fazlasıyla sığ olmuş, büyük çapta Osmanlı anayasa hukuku kitaplarından derlenen bilgiler etrafında gerçekleşmiştir.
Bunu takip eden süreçte ise Fransız Üçüncü Cumhuriyetini örnek alarak geliştirilen bir "cumhuriyet" kültü yaratılmıştır.
Ancak bunun düşünsel arka planı son derece zayıf kaldığı gibi, ithal edilen "cumhuriyetçilik"in dayandığı toplumsal tabakaların Türkiye örneğinde varolmaması, onun büyük çapta söylem düzeyinde kalmasına neden olmuştur.
Bu ithalin en önemli neticesi, tıpkı Fransız örneğinin farklı "cumhuriyet" yapılanmalarından bir tanesi değil, "cumhuriyet kavramının ete kemiğe bürünmüş hali" olduğunun varsayılması gibi, değişik kavramların Üçüncü Cumhuriyet tarafından yapılan yorumlarının onların "kendileri" olduğunun düşünülmesi olmuştur.
Bunun sonucunda ise Türkiye, Üçüncü Cumhuriyet'in temel çatışmalarını ithal yoluyla kendi toplumuna taşımış ve resmî ideoloji, Fransız cumhuriyetçileri gibi, bunların "evrensel" ve "kaçınılmaz" olduğunu savunmuştur.
Böylesi bir kültün inşa edilmesine karşın, varsayılan çatışmanın sosyal temelinin yokluğu, onun toplumun genelinde Fransa'daki ilgiyi görmesini önlemiştir.
Toplumun geneli "cumhuriyet"i "monarşi" karşıtı bir rejim olarak kavramsallaştırılmış ve onu benimsemesine karşılık, "demokrasi" ile çatışan Fransız modeli devrimci "cumhuriyetçilik"e mesafeli yaklaşmıştır.
Diğer bir ifadeyle Türkiye'de "cumhuriyet" rejimiyle sorunu olmayan ve onun alternatifi bulunmadığını düşünen toplum, Üçüncü Cumhuriyet'i takliden oluşturulan kültü benimsememiştir.
Günümüzde de Debray'nin kuramsal çerçevesini, Blandine Kriegel'in "felsefesi"ni yarattığı türde bir "cumhuriyetçilik"
Türkiye'de revaç bulmamakta, toplumun çoğunluğu temel hedefin "demokrasi" olduğunu düşünmektedir. Bu bâzı çevrelerin ileri sürdüğü gibi "cumhuriyet" aleyhtarlığı ya da "düşmanlığı" ile ilişkisi olmayan bir yaklaşımdır.
Neden demokrasi karşıtı "cumhuriyetçilik"?
Türkiye'de başını kendilerini "ulusalcı" olarak tanımlayan kesimlerin çektiği grupların Debray'nin tezlerini vülgarize ederek savunduğu yeni "cumhuriyetçilik," kökü oldukça eski zaman dilimlerinde yer alan bir yaklaşımın en olumsuz yanlarını yansıtmakta ve "demokrasi" karşıtlığının "yüksek idealler" paketi içinde sunumunu sağlamaktadır.
Halbuki Üçüncü Cumhuriyet, "cumhuriyet"in ete kemiğe bürünmüş hali olmadığı gibi, üniversel olma iddiası kendinden menkul, Louis Dumont'un ifadesiyle, "Fransa'nın insanlığın öğretmeni olduğunu" varsayan Fransız "cumhuriyetçiliği" de bu alanda izlenebilecek en kötü örnektir.
Bu "cumhuriyetçilik"in demokrasi karşıtlığına dönüşmesinin kaçınılmaz olduğu anlamına gelmez. Günümüzde cumhuriyetçiliği hükmetme ilişkisine getirdiği yorum nedeniyle özgürlükçülüğe dönüştürülebilecek bir ideoloji olarak kavramsallaştıran ve onun demokrasinin ileriye taşınması için kullanılabileceğini savunan yaklaşımlar gündemdedir.
En kapsamlı tahlilini Philip Pettit'in Republicanism: A Theory of Freedom and Government (1997) çalışmasında bulan böylesi bir "cumhuriyetçilik"in Türkiye'de neredeyse hiç ilgi görmemesi, buna karşılık Debray'nin çatışmacı, çok kültürlülük ve demokrasi karşıtı "cumhuriyetçilik"inin kutsanması bize ilginç ipuçları sunmaktadır.
Türkiye'de toplumsal tabanı olmayan "cumhuriyetçilik" etrafında yaratılan kült, kendini yeniden üreterek ve demokrasi karşıtlığını güçlendirerek demokratikleşme önünde bir engel haline gelmiştir.
Bu nedenle "cumhuriyetçilik"in Debray'nin sığ yaklaşımı ötesinde tartışılması ve "cumhuriyet"in böylesi bir "cumhuriyetçilik" kültünden kurtarılması gerekmektedir.