CHP genel başkanının Kürt sorununun çözümü için "Türkiye Cumhuriyeti'nin binlerce yıllık birikimiyle zenginleşmiş devlet aklı" ile "milletin derin irfanının" devreye sokulmasını talep etmesinin önemi göz ardı edilmemelidir.
Sosyal demokrat olduğunu iddia eden bir siyasî partinin liderinin "devlet aklı" kavramsallaştırılması üzerinden "hikmet-i hükûmet"i savunabilmesi, toplumumuzda fazlasıyla kökleşmiş bu yaklaşımın "siyaset" ile özdeşleştirilmekte olduğunu da ortaya koymaktadır.
Devlet ve aklı
Devletin bir örgütlenme değil de "akla" sahip, "yaşayan bir organizma" olarak düşünülmesi "hikmet-i hükûmet/raison d'etat" kuramının temel ilkesidir.
Hikmet-i hükûmet kuramının ortaçağ düşünürlerinden hocası Heinrich von Treitschke'ye ulaşan yelpazedeki fikir adamları tarafından nasıl yorumlandığı üzerine kapsayıcı bir eser kaleme almış olan Friedrich Meinecke, bu kavramın "devlet adamına, organik bir canlı ve sadece belirli yollar izlenerek yaşatılması mümkün olan devletin, sıhhat ve gücünü idamesi için" ne yapması gerektiğini anlattığını savunur.
"Devlet çıkarının" korunması için "tek" bir yolun olabileceğini varsayan "hikmet-i hükûmet" yaklaşımı, devletin "aklını" kullanarak kendisi ve çevresi için anlamlı olacak bu yolu bulacağını varsayar. Buna göre bir devletin karşılaşabileceği herhangi bir sorunun "tek" bir çözümü vardır. Sırlara vakıf biçimde hükûmet etme sanatı (arcana imperii) olarak da tanımlanan "hikmeti hükûmet" ise "devlet adamı"nın "devlet aklı"nı kullanarak bu çözüme ulaşmasını mümkün kılar.
Bu yaklaşım, antik çağdan itibaren farklı bağlamlarda dile getirilmekle beraber, Tacitus tarafından kuramsallaştırılıp Botero ve Machiavelli tarafından mükemmelleştirildikten sonra on sekizinci asra kadar temel idare düstûru olarak kabûl edilmiştir.
Hikmet-i hükûmetin tarihi üzerine 1860'ta kapsamlı bir çalışma hazırlayan Giuseppe Ferrari, İtalyan entelektüelleri arasında yaptığı bir ankette 424 entelektüelin "hikmet-i hükûmet"i hararetle savunurken, 470'inin bu yaklaşımın bir daha geri gelmemek üzere tarihin çöplüğüne atılmasını arzuladıklarını ortaya koymuştu.
Dreyfus Davası Avrupa'da hızla gerileyen geleneksel "hikmet-i hükûmetçilik"e son darbenin vurulmasını sağlarken, o kendisini değişik biçimlerde yeniden üretmeye muvaffak oldu. Birinci Dünya Harbi sonrasında ise "hikmet-i hükûmet" yaklaşımının korku verici bir biçimi sahneye çıktı.
Halk egemenliği kavramıyla bağdaştırılmasının mümkün olmaması nedeniyle, entelektüel-bürokratik seçkinlerin siyaset kuramı olarak gerileyen hikmet-i hükûmet, bu dönemde toplum mühendisliğini savunan total ideolojilerin meşruiyet aracı haline geldi. Naziler, Alman idealizminin Staatsraison'unu yeniden yorumlayarak onu ideolojilerinin merkezine yerleştirdiler. Bolşevikler ise "tarihin ileriye yönelik çizgisinin belirlediği" bir "hikmet-i hükûmet" kavramsallaştırması yaratarak, ona ideolojik bir kutsallık yüklediler. Tarihin gidebileceği "tek" bir yön mevcuttu, onu belirleyecek "akıl" ise parti ve liderleri idi.
Hikmet-i hükûmet geleneğimiz
Osmanlı bürokratik geleneği "hikmet- i hükûmet"i "siyaset" yapmanın olağan yolu olarak kavramsallaştırmıştı. Devletin sırlarına vakıf, onun "aklı"nı kullanan bürokratlar, onun yaşamını sürdürebilmesi için "hikmeti hükûmet" çerçevesinde kararlar alınmasının "siyaset" yapmak olduğunu düşünüyorlardı.
Bu yapı içinde "akıl" ve "hafıza"ya sahip organik bir canlı olduğu varsayılan "devlet"in yaşamını "ebediyete kadar" sürdürmesi amacıyla gerekli yolların bulunmasına gayret ediliyordu. Meinecke zikredilen eserinde Osmanlı geleneğinden bahsetmez. Buna karşılık, bu geleneğin "hikmeti hükûmet" doktrininin tarihte görülen en parlak uygulamalarından birisi olduğu şüphesizdir.
Osmanlı modernleşmesi bu alanda bir değişikliğe neden olmamıştır. Rol modelleri Prens Metternich olan Tanzimat ricâli, bürokratik diktatörlüğü pekiştirerek "hikmet-i hükûmet" kutsamasını daha da ileri bir aşamaya taşımışlardır. Dolayısıyla 1839 sonrasında Bâb-ı Âlî "devlet aklı"nı temsil eden bir kurum haline gelmiştir. Halk ise "siyaset"ten kesinlikle uzak tutulması gereken bir kategori idi.
Bu geleneksel "hikmet-i hükûmet" yaklaşımı 1908 sonrasında yerini, "devlet aklı"nın, kendisini "ruh-i devlet" olarak tanımlayan "cemiyet- i mukaddese" tarafından Bâb-ı Âlî'den "merkez-i umumî"ye taşındığı bir siyaset biçimine bıraktı ve Avrupa'da savaş sonrası görülecek korkutucu gelişmenin öncülü toplumumuzda yaşandı. Söylem düzeyinde kalan kuvvetli "hâkimiyet-i milliye" vurgularına karşın, Cumhuriyet sonrası "hikmet-i hükûmet" temelli "siyaset" yapımının yeni zirvelere taşındığı bir dönem oldu.
Bâb-ı Âlî komisyonları ve Yıldız'da toplanan meclis-i mahsuslardan, İttihad ve Terakki merkez-i umumî toplantıları ve Millî Güvenlik Kurullarına ulaşan bir yelpazede "devlet aklı"nı kullanan bürokratlar, siyaset adı altında "hikmeti hükûmet" doktrinine uygun çalışmalar yaptılar. Gerçek anlamda "siyaset"i dışlayan, halkın "devlet aklı"na vakıf olmadığı için sorunları anlayamayacağını düşünen bu yaklaşımın sorunlarımızı çözmede ne denli başarılı olduğu ortadadır.
Siyaset devreye girmelidir
Devleti canlı bir organizmaya benzeterek onun "aklı"nı kullanmayı bürokratik kurumlara havale etmek sorunları daha da çetrefil hale getirme dışında bir netice vermez. Devlet yaşayan bir canlı değil, bir örgütlenme olduğu için, söz konusu kurumlar "akıl" kullanmamalı, ancak siyaset yapıcıların hizmetinde olmalı, onları konular hakkında bilgilendirmelidirler.
Bu "hikmet-i hükûmet" kuramı çerçevesinde her tür sorunun "tek" bir çözümü olabileceği, bunun da maliyeti ne olursa olsun topluma dayatılmasının zorunluluğu tezi yerine, onun farklı yollarla hallinin mümkün olduğunun da kabûlü anlamına gelecektir. Zaten siyasetin varlık nedeni de bunlar arasında uzlaşma yaratılmasıdır. Bu siyasetin hata yapmayacağı anlamına gelmez. Ama sorunlarımızı "devlet aklı" değil siyaset çözebilecektir.
Yazımızın başında zikredilen sorunun "devlet aklı" ile ne ölçüde halledilebildiği ortadadır. O nedenle yapılması gereken bunu devreye sokarak "hikmet-i hükûmet" temelli yeni projeler üretmek değil, siyasetin bir "kurum olarak" çözüm geliştirmesidir.
Toplumun önemli bir bölümünü temsil eden iki muhalefet partisi buna yanaşmazsa çözümün ne denli zor olacağı ortadadır. Dolayısıyla devreye "devlet aklı" değil, iktidar ve muhalefetiyle "bir kurum olarak" siyaset girmelidir. "Milletin derin irfanından" istifade edilmesini de "hikmet-i hükûmet" çerçevesinde çözüm yaratan bürokrasi değil, "halkın taleplerine cevap vermeye çalışan" siyaset sağlayabilecektir.