Rabat'tan San'a'ya uzanan bir coğrafyada gerçekleşerek otoriter sistemleri "demokrasiler"e dönüştürecek "Arap Baharı" hayâli, Fransız Dışişleri'nin 1904 sonrasında Necib Azurî aracılığıyla pazarladığı tüm Arapları kapsayacak Büyük Krallık projesi ya da İngiliz Doğu Komitesi ve Arap Bürosu'nun bâzı üyeleri ile T. E. Lawrence benzeri romantiklerin düşlediği Haşimî idaresinde birleşecek Arapların oluşturacağı devlet girişimi benzeri, fazlasıyla Oryantalist bir tasavvurdur.
Söz konusu coğrafyayı türdeş bir bütün olarak gören bu Oryantalist tasavvurun, Harb-i Umumî öncesinde Sosyal Darwinist liberal Corci Zeydan, sonrasında ise Arap milliyetçiliği ile Alman Nasyonal Sosyalizmini te'life gayret eden Zeki el-Arsuzî benzeri ideologlar tarafından yeniden üretildiği doğrudur. Ama bu entelektüel girişimlerle Şerif Hüseyin ve Cemal Abdülnasır'ın başarısız Pan-Arabizm denemeleri, gerçekte, Batı kaynaklı bir tasavvurun onu içselleştiren yerel entelektüeller tarafından yeniden yaratılması ve liderler tarafından siyaset araçları haline getirilmesinden başka bir şey değildir.
Gerçekte ise kökleşmiş yerel, dinî aidiyetleri, din ve mezhep ayrılıklarını, Arap-Urban farklılıklarını, tarihî gelişimleri ve uzun süreli ulus-devlet tecrübelerini göz ardı ederek yaratılan "bir okyanustan diğerine ulaşan," Umma Arabiyya Vahida Dhat Risala Khalida (Ebedî Bir Amacı Olan Bir[leşik] Arap Milleti) tasavvuru pek çok benzeri kavramsallaştırma gibi sadece kâğıt üzerinde var olmuştur.
Bu, pek tabiî, söz konusu coğrafyada yaşayan bireylerin kültürel ortaklıkları olmadığı, değişik konularda benzer siyasî tavırlar almadıkları anlamına gelmez. Aynı şekilde Avrupa müdahalesi sonucunda oluşturulan, bir tanesi bir İngiliz diplomatı tarafından "tarihin kazalarından biri" olarak tanımlanan, ulusdevletler ve sınırların da oldukça sunî olduğu doğrudur. Ancak buradan hareketle 1930'lu yıllar milliyetçi tarih yazımının vurguladığı gibi asırlar boyu "tek millet" olarak Osmanlı idaresine direnen Arapların kaçınılmaz siyasî birliğinin emperyalistlerce engellendiği neticesine varmak da anlamlı olmaz.
Tekrar edilmesi gerekirse George Antonius benzeri tarihçilerin, Hıristiyan Arapların, Arap milliyetçiliği içindeki rolünü fazlasıyla abartan, yazımları bir Oryantalist tasavvurun yeniden üretiminden başka bir şey değildir.
"Doğu" ve "Balkanlar" benzeri Oryantalist kavramsallaştırmalarla ilginç benzerlikleri olan bu tasavvurun açıklanabilmesi için ise "Arap zihniyeti," "Arap geri kalmışlığı" gibi ırkçı vurguları kuvvetli monolitikleştirici alt-kavramsallaştırmalara başvurulmaktadır. Bunun neticesinde ise iki okyanus arasına yayılan milyonlarca kilometrekarelik bir alandaki sorunlar, oldukça özcü yorumlarla, bir "ırkın zihniyeti"ne indirgenebilmektedir.
Böylesi bir coğrafyada, Kuzey Afrika'dan başlayarak tasavvurun her noktasına ulaşacak bir "Bahar" yaşanacağı düşüncesi de söz konusu bölgedeki demokratikleşme sorunlarının "Araplık" temelinde açıklanabileceğini varsaymaktadır. Rami Huri'nin de belirttiği gibi bizatihi "Bahar" metaforu da bu Oryantalist söylemin ürünüdür. Bu söylem ise söz konusu hareketleri hem özdeşleştirmekte hem de onların önemini azaltmaktadır. (Bu hareketlere yapıcıları tarafından thavra [ihtilâl] ya da kolektif olarak thavrat [ihtilâller] olarak atıfta bulunulmaktadır).
Tunus'tan Bahreyn'e, San'a'dan Hama'ya ulaşan hareketlere baktığımızda ise farklı toplum yapılarında, değişik süreçlerin yarattığı, sadece "Araplık" temelinde açıklanması mümkün olmayan ve bunun yanı sıra Prag Baharı benzeri "pasif" bir metaforla tanımlanamayacak bir gelişme ile karşı karşıya olduğumuzu görmemiz pek de zor olmaz.
Nitekim Amerika'nın önde gelen Kuzey Afrika uzmanlarından olan ve Kahire Amerikan Üniversitesi rektörü olarak Mısır'daki gelişmeleri bizzat yaşayan Lisa Anderson, "Arap Baharı" paydasında birleştirilen hareketler arasında mevcut ciddî yöntem ve demografi farklarına dikkat çekmektedir. Tunus'ta kendi kaderine terk edilmiş çevreden merkeze yönelen hareketler, bir zamanlar oldukça güçlü olan ama daha sonra baskı altına alınan işçi hareketiyle ortak eylemler biçiminde şekillenirken, Mısır'da kozmopolit, şehirli gençler isyanın başını çekmişler, Libya'da ise başkaldırı ülkenin Doğusu ile Batısı arasındaki gergin ilişki üzerinden gelişmiştir.
Bunun yanı sıra bu eylemler farklı iktisadî ve toplumsal dinamiklerin ürünüdür. Anderson bu nedenle söz konusu üç ülkedeki gelişmelerin de farklı yönlerde olacağını savunmaktadır. Tunuslular toplumu kalın çizgilerle ayıran sınıflararası çatışmayı çözme, Mısırlılar yeni anayasa yapma ve hükûmetin yetkilerini yeniden belirleme, Libyalılar ise iç savaş sonrasında sarsılan birliği korumayı hedefleyeceklerdir.
Uzun süre Batı hegemonyası altında toplumsal dengeleri altüst edilen ve Batı icazetli değişik türde diktatörlükler tarafından ezilen bu ülkelerde başlayan hareketler "Arap" olmadan ziyade baskıcılık ve otoriterlik karşıtı olma ortak paydasında buluşan eylemler olarak gelişmişlerdir. Bölgede benzer bir eylem dalgasının Wilson prensiplerinin uygulanması isteğiyle 1919'da yaşandığı da unutulmamalıdır.
Polonya'dan başlayarak tüm Doğu Avrupa'ya yayılan Sovyet destekli rejimler karşıtı1989 İhtilâlleri ya da Rusya, İran ve Osmanlı Devleti'ni içine alan bir coğrafyada gerçekleşen 1905- 1908 anayasa İhtilâlleri gibi Rami Huri'nin "vatandaşlık isyanları" ismini önerdiği hareketler, temelde, "Araplık" zemininde gerçekleştirilen eylemler değil, Batı tarafından stratejik ve iktisadî nedenlerle desteklenen otoriterliğin boyunduruğundan kurtulma, "vatandaş olma" girişimleridir.
Bu otoriter yapılar ve baskı altına aldıkları toplumlar arasında ciddî farklılıklar vardır. Bu nedenle otoriterlik sonrası bölge coğrafyası da benzer yapılar kurarak türdeş siyasetler uygulayacak "Araplardan" oluşmayacaktır. Asırlardır bölgeyi "Doğu" tasavvurunun bir alt-tasavvuru olan "Araplık" üzerinden kavramsallaştıran Batılı güçler ve entelektüellerin bunu kavramakta güçlük çekmesi doğal görülebilir. Toplumumuzun geniş bir bölümünün "Arap Baharı" benzeri bir kavramsallaştırmayı sorgulamadan içselleştirmesi ise Arap coğrafyasında kendi "Doğu"sunu yaratan, "Batılılığını" "Arap zihniyeti" üzerinden ispatlayan Türk Oryantalizminin entelektüel dünyamıza ne denli kök saldığının ilginç bir göstergesidir.