1876 Kanun-i Esasîsi'nin hazırlanması sürecinde bir dizi taslak üzerinde çalışılmıştı. Belçika, Fransa ve Prusya anayasalarından esinlenen bu taslaklar o döneme kadar uygulanmış olan geleneklerin yasal düzenlemeler haline gelmelerine neden olmuştu. Bunların en önemlilerinden birisi hiç şüphesiz "resmî lisan" ile ilgili olanıydı.
Kanun-i Esasî'yi hazırlama süreci başladığında çok uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti'nde merkezî bürokrasi Hariciye Nezareti dışında (yurtdışı temsilcilikler, Nezaret ile Fransızca muhabere ederdi) Türkçe kullanır; ancak diğer imparatorluk dilleri de yaygın biçimde istimâl olunurdu. Bu alanda ise katı kurallardan ziyade gelenekler göz önüne alınırdı. Meselâ Arap vilâyetlerinde yargılamalar Arapça olarak gerçekleştirilip kaydedilirken, Cezaîr-i Bahr-i Sefîd vilâyetinde dilekçeler Rumca olarak yerel makamlara sunulurdu. Buna karşılık Rum Patrikhanesi patrik seçimi mahzarları da dahil olmak üzere idarî makamlara sunduğu vesikaları Türkçe kaleme alır, Mekke Şerifi de istisnaî durumlar dışında muhaberatı bu dilde yapardı.
Meclis-i Vükelâ yâni hükümet tarafından hazırlanan Kanun-i Esasî taslağında, dil konusunda "Memâlik- i Osmaniye'de bulunan akvamdan her biri kendülerine mahsus olan lisanı ta'lim ve ta'allümde muhtardır" hükmü yer alıyordu. Bu ibare "resmî dil" kavramına yer vermediği gibi değişik imparatorluk dillerinde eğitim yapılmasını da güvence altına alıyordu.
Söz konusu taslağın pek çok maddesi Kanun-i Esasî metninde aynen yer alırken, Mabeyn Müşîri Eğinli (Büyük) Said Paşa yukarıdaki ibareye şiddetle itiraz ederek bu fikrin ayrılıkçılığı resmî güvence altına alacağını savunmuştu. Said Paşa'ya göre Türkçe dışındaki imparatorluk lisanlarının kullanımı ve bu lisanlarda eğitim yapılması "fi'len" "cereyan edegeldiğinden" bu tür bir taahhütte bulunmak gereksiz olduğu gibi devletin resmî dilinin Türkçe olduğunun da Kanun-i Esasî metninde açık biçimde zikredilmesi gerekiyordu.
Kanun-i Esasî'nin, Paşa'nın Sultan'a sunduğu lâyiha çerçevesinde kaleme alınan 18. Maddesi "hidemât- ı devletde (devlet hizmetlerinde) istihdam olunmak içün devletin lisan-ı resmîsi olan Türkçe bilmek şartdır" vurgusunu dile getiriyordu. Böylece Türkçe resmî lisan haline gelirken diğer dillerin kamusal alanda nasıl kullanılacakları alanında yasal bir düzenleme getirilmedi.
Bu düzenlemeye karşın uygulamada gelenekler sürdürüldü. Nitekim resmî dilin Türkçe olduğunu vurgulayan Kanun-i Esasî pek çok dilde yayınlandı, Arap vilâyetlerinde mahkemelerde Arapça kullanıldı, Basra benzeri vilâyetlerin salnâmeleri (yıllıkları) iki dilde neşrolundu ve farklı dillerde eğitim yapan okullar programlarında herhangi bir değişiklik yapmadılar. Bu dillerde basım ve yayım faaliyeti de aynı şekilde sürdü. Tahta çıkış yıldönümlerinde Sultan'a gönderilen tebrikler dahi farklı dillerde kaleme alınabiliniyordu.
Devlet memurlarının Türkçe bilmeleri hakkındaki hüküm de oldukça gevşek biçimde uygulanıyordu. Türkçeyi çok az konuşabilen meb'uslar mecliste söz alamamışlardı. Ancak değişik yerel yönetimlerde çok sayıda "Türkçe Bilmez" lakâplı memur istihdam olunuyor, Sadrâzâm Tunuslu Hayrettin Paşa örneğinde görüldüğü gibi en üst bürokrat dahi yazılarını Arapça ve Fransızca kaleme alabiliyor, bunlar daha sonra Türkçeye çevriliyordu.
Dolayısıyla yasal düzenleme geleneksel davranışlarda herhangi bir değişikliğe neden olmamıştı. Resmî dil uygulamasında büyük farklılık ise 1908 İhtilâli sonrasında ortaya çıktı. İttihad ve Terakki liderleri kamusal alanda farklı diller kullanımının devletin bütünlüğünü tehlikeye düşüren ve ayrılıkçı milliyetçilik akımlarına güç veren bir uygulama olduğunu düşünüyorlardı. Bu nedenle Kanun-i Esasî'nin 18. Maddesi aşırı katı biçimde yorumlanmaya başladı. İlginç bir misâl verecek olursak yerel meclislerde Türkçe kaleme alınan bir mazbatanın bir âzâ tarafından Ermenice harfli bir mühürle tasdik edilmesinin dahi anayasada var olan "resmî dil" kavramıyla çeliştiği savunuldu.
Türkçe dışındaki dillerin kamusal alan dışına çıkarılması ise imparatorluk anâsırı tarafından bir "Türkleştirme" ve "asimilasyon" siyaseti olarak yorumlandı. Bu alanda en büyük çatışma önce Arnavutlar sonra da Araplar ile yaşandı. Bilhassa Arnavutların 1908 ve 1910'da Manastır'da gerçekleştirdikleri iki kongre sonrasında Latin harfleri temelli yeni bir alfabeyi kullanma kararı almaları, buna şiddetle itiraz eden İttihad ve Terakki Cemiyeti ile Arnavut milliyetçileri arasında bir alfabe ve dil kullanımı savaşının başlamasına neden oldu. Daha sonra Arapçanın kamusal alanda kullanımının engellenmesi nedeniyle benzer çatışmalar Arap entelektüelleri ile de yaşandı.
Bir tarafın "bizi Türkleştirmek istiyorlar" diğer tarafın ise "ayrılıkçılar bizi bölmeye çalışıyorlar" sloganları altında yürüttüğü çatışmalar imparatorluğun parçalanması ile son buldu. İmparatorluk yıkıntıları üzerine kurulan yeni ulusdevletler de bu mirası devraldılar.
Bu mirasçılardan Türkiye "resmî dil" yorumunu temelde İttihad ve Terakki'nin yaklaşımına dayandırmakla beraber bu konuda ulusdevlet refleksleri nedeniyle daha da katı siyasetler benimsedi. Resmî ideolojinin "Türkiye'de Türklerden başkasının olmadığı" yaklaşımı çerçevesinde millet inşa etmeye çalışması ise bu siyasetlerin sertlik derecesini artırdı. "Vatandaş Türkçe Konuş" kampanyalarıyla gayrimüslimleri de hedef alan siyasetler neticesinde en büyük çatışma lisanlarının yasaklanmasına varan uygulamalara muhatap olan Kürt kökenli vatandaşlarla yaşandı.
Bir buçuk asra yaklaşan "resmî dil" serüvenimiz esas meselenin bu kavramın yorumlanması olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki "dil savaşları" temelli milliyetçi çatışmalar başladığında uzlaşmaya varılması son derece güç olmaktadır. 1908 sonrası yapılan katı yorumlar ve gerçekleştirilen baskıcı siyasetlerin bütünlüğün korunması alanında yararlı olduklarını söyleyebilmek zordur. Günümüzde meselenin yorum farklılığından öte bir boyuta ulaşıp ulaşmadığı ise farklı bir tartışmadır.