ABD başta olmak üzere Batı dünyasının İran üzerinde uyguladığı ambargo, sonuç vermeye başladı. Özellikle de Hasan Ruhani'nin Cumhurbaşkanı seçilmesiyle hız kazanan süreç, geçtiğimiz günlerde Cenevre'de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Daimi üyeleri ve Almanya ile İran'ın yaptığı görüşmelerle somutlaştı.
Bu görüşmeler, taraflar bir çözüme çok yaklaştıklarını söyleseler de, 20 Kasım'da tekrar görüşmeler yapılacağının altı çizilse de, göreceli bir başarısızlıkla sonuçlandı. İran, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ile bir anlaşma imzalayıp belirli bir kontrolü kabul etmiş görünüyor, ancak geçmiş, İran'ın bu tür kontrollerden her zaman vazgeçebilecek bir yapıda olduğunu gösterdi. Her hal ve şartta, İran'ın nükleer silah yapımı için kullanılabilecek yüzde yirmi zenginleştirilmiş uranyum stokundan vazgeçmesi, ağır su tesislerini kontrole açması gerekiyor. Bütün bunları kabul etmesi ise, İran yönetiminin gerçek sahibi olan Ayetullah Hamaney ve Pasdaran teşkilatı açısından kolay olmayacak.
ABD, İran'ın üzerindeki ambargoyu hafifleterek, İran yönetiminde "şahin kanadın" etkisini azaltmak, İran'ı bir normalizasyon sürecine sokarak "parya devlet" görünümünden kurtarmak istiyor. Buna kesin olarak karşı çıkan kanatta İsrail ve Suudi Arabistan var. Her iki ülkenin de nasıl bir çözüm önerdiğini anlamak kolay değil. İsrail'de savaş yanlısı kesim, hükümete Avigdor Lieberman'ın geri dönmesiyle büsbütün uzlaşma karşıtı bir konum alabilir. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, bu tehlikeyi sezerek "İran ile yapılacak anlaşma, İsrail'in güvenliği açısından en önemli kazanım olacaktır" biçiminde bir açıklama yapmak ihtiyacı hissetti. Bu açıklama Likud Partisi ve müttefiklerini ne kadar tatmin eder belli değil.
Bir diğer yandan, ABD, Fransa ve diğer demokratik ülkelerin İran'ın üzerinde daha fazla baskı kurmaktansa, İran'a diyalog yolu açmak politikası, Türkiye ile Brezilya'nın bundan üç yıl önce yapmak istedikleri politik açılımla bire bir örtüşüyor. O dönem AB medyasında ve ABD'de eleştirilen bu siyasi açılımın, bugün benimsenmiş olması da not edilmesi gereken önemli bir husus. Türkiye, nükleer silaha sahip olan bir İran karşısında, kendisi de nükleer bir caydırıcı güç bulundurmak zorunda kalacağının hesaplarını yapıyor. NATO üyesi bir Türkiye'nin, güvenliğini sağlamak için nükleer müstakil güce ihtiyacı yok, bu tür bir silahlanmaya ayıracak parası ve kaynağını da çok daha verimli alanlara yatırmak istiyor. Bu nedenle, İran'ın nükleer silahlanma yarışına taraf olmasını, hem bölge güvenliği hem de kendi yatırım politikası ve perspektifi açısından istemiyor.
Türkiye, bir diğer yandan, nükleer silah bulundurma konusundaki sistemden ciddi biçimde rahatsız, çünkü temel olarak BM Güvenlik Konseyi Daimi üyeleri, 1948'de nükleer silah bulunduran ülkelerden oluştu. Başbakan Erdoğan'ın sıklıkla şikâyet ettiği bu sistem, Türkiye'nin nükleer silahsızlanma yanlısı olmasını engellemiyor.
Ortadoğu'da oluşan politik dengeler, ilginç bir görüntü ortaya çıkarmaya başladı: Bir yanda barışçıl çözüm ve diyalog arayan ABD, Fransa, Türkiye bulunuyor, diğer yanda ise askeri yöntemlerle İran'ı dize getirmek isteyen İsrail, Suudi Arabistan gibi ülkeler var. Demokrasiyle yönetilen ülkelerin safında İsrail, uzlaşma karşıtı ve yayılmacı siyasetiyle giderek daha zor bir konuma itiliyor.