AB sürecinde önemli adımlar atılıyor. Böyle bir cümleyle yazıya başlayınca, genelde akla gelen ilk soru "hangi AB" oluyor. Gerçekten de Avrupa Birliği, çok zor bir döneme girdi ve bu süreçten çok muhtemelen değişmiş, belki de başka bir işleyişe kavuşmuş olarak çıkacak.
AB ile ilişkileri, bu süre zarfında, hangi çerçevede olursa olsun sürdürmek gerekiyor. Türkiye, 1970'li yıllarda siyaseten istemediği için bu ilişkileri bir anlamda uyumaya terk etmişti, 1980'li yıllarda ise AB, darbe yapmış bir ülkeyi uzağında tuttu, böylelikle 20 yıl kaybettik. Bu kaybettiğimiz zamanı hiçbir şekilde telafi edemedik. Son on yılda gerçekleştirilen kalıcı reformlar, Türkiye olarak bizi AB ile ilişkilerde olmamız gereken yere taşımadı. Bunun nedeni, kaybettiğimiz zaman zarfında, AB içinde Türkiye'nin önünü kesecek ülke ve gelişmelerin güçlenmesi oldu...
Türkiye'de reform süreci, on yıllar boyunca geciktirilen ve zaman içinde kemikleşmiş bütün sorunları bir anda diyebileceğimiz kadar kısa bir zamanda gün ışığına çıkardı. Bu sadece Türkiye ile kısıtlı da değil... Geçmişte hukuk devleti gibi bir kavramdan uzak yaşamış Avrupa'nın eski sosyalist ülkelerinde, Romanya'da, Bulgaristan'da yargı sistemi ve hukukun üstünlüğü ilkesi bir türlü uygulamaya geçirilemiyor. İktidarlar, yargı sistemini kendi kurumları gibi görmekten vazgeçemiyorlar.
Romanya ve Bulgaristan, AB oluşumunda gösterilebilecek muhakkak en kötü iki örnek; ancak Çek Cumhuriyeti de yargı skandalıyla sarsılıyor, Macaristan'da durum daha iyi değil, Slovakya'da problemler var, Yunanistan'da ise ırkçı saldırılara maruz kalanlara kamu temsilcileri mahkemeye başvurmamalarını tavsiye eder hale geldi. Bir anlamda, bu ülkelerde AB üyelik süreciyle at başı giden reformlar, iç dinamiklerle yeterince desteklenmediği için beklenen biçimde uygulanamadı.
Türkiye'de yargı...
Yargı, bir toplumun hem kendisiyle, hem de toplumu denetleyen, çerçeveleyen sistemle barışık olmasında en önemli unsurdur. Yargının sağlam, iyi işleyen, bağımsız, evrensel kabul görmüş değerlerle yoğrulan bir sistem olması, bir ülkenin, bir toplumun sağlıklı olabilmesinin ilk ve en önemli koşuludur. Bir hukuk insanı olarak daima buna inandım, bugün her şeye yeniden başlamak zorunda olsam, gene hukukçu olur, gene bağımsız ve evrensel bir yargı sistemi olmaksızın hiçbir toplumda sağlıklı bir sistem olmayacağını savunurdum.
Türkiye'de siyasi mücadele, çoğu zaman hiçbir biçimde siyasete bulaştırılmaması gereken yargı sistemi üzerinden yapıldı. Hele son dönemlerde yargıya bir "muhalefet kurumu" işlevi yüklenmek istendi. Bunun sonucunda, "hukuk tarafsızlığı" kavramı, hem kamuoyunun, hem de bizzat hukukçuların gözünde çok yıprandı.
Geçtiğimiz günlerde kabul edilen üçüncü yargı paketi, çok sayıda ve birbirinden farklı alanlarda önemli değişiklikler getirdi. AB uyumu konusunda, AB Bakanlığı'nın da katkısıyla, ifade özgürlüğü, yolsuzlukla mücadele, icra davaları ve tutuklama tedbirinin esas ve usulleri, özel hayata ve adliyeye karşı suçlar gibi pek çok konuda da değişiklik yapıldı.
Tutuklamaya, tutuklamanın devamına veya bu husustaki bir tahliye isteminin reddine ilişkin kararlarda, somut ve hukuki gerekçeler oluşturulması istenerek, giderek derinleşen bir yara haline gelmekte olan tutuklama işlevine ciddi sınırlamalar getirildi.
Bütün bunların kamuoyuna yansıması ne oldu? Korkunç bir adaletsizlik duygusu... Çünkü toplumun belleğinde hâlâ tazeliğini koruyan bir cinayetten hüküm giymiş kişiler salıverildi.
Hükümetin iradesine ve AB uyumu hedeflerine rağmen, yargı reformunda çok ciddi ve çok çetin bir sürecin bizi hâlâ beklediği şüphe götürmüyor.