Suriye'de çok uzun zamandır bir katliam sürüyor. Son olarak öldürülen iki Batılı gazeteci, bu ülkede gerçekten nelerin olup bittiğini bir kez daha hatırlattı. Suriye'de, Baas rejimini hâlâ destekleyen silahlı kuvvetlerin bir bölümü ile halkın muhalefet eden ve örgütlenmeye çalışan diğer bölümü arasında bir iç savaş yaşanıyor.
İç savaşa müdahale, eğer yabancı bir ülke iseniz, her anlamda zor alınacak bir karardır. Irak ve Afganistan'a yapılan müdahaleler, bölge halklarını temel almadığı için ciddi başarısızlık örnekleri oluşturdular. Ancak Kaddafi'ye karşı ayaklanan Bengazi halkını savunmak için Fransa ve İngiltere tarafından hava hücumu başlatılması, Libya halkının kanlı bir diktatörden kurtulmasını sağlayan yolu açabildi...
Suriye'de çok daha klasik biçimde örgütlenmiş otoriter bir devlet yapısı var ve bu yapı, sivil halkı katletmek pahasına kendi geleceğini kurtarmak istiyor. Suriye'ye müdahale etmeden, diplomatik önlemlerle rejimi tasfiye etmek için çok önemli girişimler tartışıldı. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin son derece kısıtlayıcı yapısından ötürü bu önlemlerin çoğu kâğıt üzerinde kaldı. Her geçen gün daha fazla kan akıyor. Ancak bu kadar hızla kötüye giden bir durum, rejimin artık geri dönülmez bir yok oluşa gittiğine de işaret ediyor.
Demokrasilerin sınavı
The Times gazetesinde çıkan bir yazı, demokrasi dünyasının totaliter veya otoriter rejimler karşısındaki açmazını iyi tanımlıyor. Philip Collins, başyazısında "eğer bir faşiste karşı çıkarsak, bu bizleri çok ciddi kaosa sürükler. Eğer bir faşiste karşı çıkmazsak, bu bizleri gene çok ciddi biçimde kaosa sürükler. Faşist idareler kaosla beslenen canavarlardır, bu şekilde davranmaları da doğaldır. Unutmamak lazım ki, canavar olan rejimler bizler değiliz, karşımızdakiler. Biz onlardan çok daha nitelikli, iyi rejimleriz ve yapacaklarımız da bunun ispatı olacaktır" diye son derece çarpıcı bir analizi kaleme almış.
Suriye'de (ve pek bahsedilmese de Bahreyn'de) demokrasi dünyasının neyi, ne zaman ve nasıl yapacağı, o rejimlerin sonunun gelmesinden daha büyük bir önem taşıyor.
Bugün, bölge halklarının korkusunu değil, akıllarını ve yüreklerini kazanmak aslında temel hedef... Türkiye bu yaklaşımı geçmişte ne zaman gündeme getirse, "eksen kayması" ya da "bölgesinde kendi hegemonyasını kurmaya çalışması" gibi ağır ithamlara maruz kaldı. Oysa vardığımız noktada, Türkiye'nin önerdiği yaklaşımı oluşturabilmek, demokratik ülkeler için en önemli stratejik adım haline gelmiş bulunuyor.
Hükümet, dış politikada başından beri her aşamada bölgedeki rejimler ile bölge halklarını ayırt eden, rejimleri mahkûm ederken halkları rencide etmemeye çalışan bir üslup oluşturma çabası veriyor.
Sesimiz her zaman çok yüksek çıkmasa dahi, her kapıyı çalan, daimi bir mekik diplomasisi uyguluyoruz. Bu stratejiyi ilk anlayan ABD oldu ve Başkan Obama'nın, Suriye ile ilgili her konuşmasında, Türkiye'yi ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ı referans göstermesi bu anlayışın bir uzantısı olarak görülmeli...
AB ülkeleri içine düştükleri kargaşadan biraz çıkmaya başladıklarında benzer bir tavır sergileyeceklerdir, bunun işaretlerini bazı üye devletlerde şimdiden görebiliyoruz. 2013, belki bölge, AB ve Türkiye için bir dönüşüm yılı olabilir.