Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Kıbrıs'ta "müzakereler sürerken fazla açıklama yapılmaması" isteği ve basından da bu konuda "kendi içinde bir sansür" uygulaması ricası, medyada genel bir itirazla karşılanmıştır.
Ünlü yazarların katıldığı televizyon programlarında bu sözlerin Başbakan için bir "talihsizlik" olduğu ve özgürlüklerin savunulmasıyla çelişen sansür isteğinin yeni takiyeyi akla getirdiği ifade edilmiş ve buna benzer yorumlarda bulunulmuştur.
Bu saatten sonra ve AB kapısı önünde "sansür" kelimesinin telaffuzu, şüphesiz uygun değildir. Amaç, bir "kanaat", "rica" ve "istek"i dile getirmek de olsa sansür sözcüğünün yine de evlerden ve dillerden uzak olması gerekirdi. Bu devirde sansürü kim savunabilir?
Ancak bu konuda biraz da insaflı olmamız lazımdır. Uyulmaması halinde hiçbir ceza karşılığı olmayan "kendi içinde sansür", Sayın Başbakan'ın müzakerelerin sağlıkla yürümesi için öngördüğü bir kanaatinin ve samimiyetinin ifadesidir. Bunda çok haksız da değildir.
Gizli yürütülen müzakerelerden alınan olumlu sonuçlara örnekler vardır. Uluslar arasındaki kronik ihtilafların çözülememesinin bir sebebi de müzakere odalarından dışarıya taşan yerli yersiz konuşmalara bağlı tahrikler değil midir?
Başbakan'ın "telkin"leri üzerine Sayın Rauf Denktaş'ın "Halkıma her şeyi günü gününe duyuracağımın sözünü verdim" savunması, gerçekçi bir yaklaşım olamaz. Müzakerecilerin görevi, en iyi sonucu almak ve bunun için "gerekenden çok konuşmamak"tır. Basının görevi ise saklananı bulmak, ancak bulduğunu "sorumluluk" ile kullanmaktır.
Müzakereci tarafları bir odaya kapatıp çözüm bulmadan çıkmalarını yasaklamak keşke mümkün olabilseydi? Bu olamayacağına göre gerçekte "sansür" değil, "dikkat" isteyen Başbakan'ı hepten suçlamak ve takiye hatırlatmalarına girmek doğru değildir. Ama o yine de yanlış anlaşılmaları hesap ederek ne yapıp edip insanın tüylerini kabartan o "kelime"yi ağzına almamalıydı...
Av. Sadi BÜLBÜL SIHHIYE / ANKARA