Cumhurbaşkanı Erdoğan, BM'de ve Dünya Ekonomik Forumu'nda yaptığı konuşmalarda uluslararası düzendeki adaletsizliğe ve BM reformuna dikkat çekti.
Batı'nın Suriye'deki Esed rejimine ve Mısır'daki darbecilere sessiz kalmasını eleştiren ve Sisi'nin bulunduğu masaya oturmayarak tavrını gösteren Erdoğan'ın bu söylemi yeni değil. Arap Baharı ile birlikte "halkların tercihine saygı" kavramı bir değer olarak Türkiye Dış Politikasının yeni söylemine dahil oldu.
Klasik anlamda dış politika milli menfaatleri gerçekleştirme alanı olarak görülür. Değerlerden ziyade stratejik güç hesaplamalarına dayalı siyasalar bağlamında yürütülür. Üretilen siyasaların güvenlik ve ekonomik çıkarlar alanlarında etkin olması beklenir. Bu yüzden Batı demokrasileri, uluslararası çatışmalara yaklaşımlarında sıklıkla çifte standart uygulamakla suçlanır. Ortadoğu'daki otoriter rejimleri destekleyerek ve İslamcı hareketlerin bastırılmasına onay vererek bölgedeki demokratikleşmeyi engelledikleri belirtilir. Örneğin, 1990'da Cezayir'de, 2013'te Mısır'da darbecilerin yanında olmakla eleştirilir.
Elbette, idealler ve değerler dış politikanın hiçbir şekilde konusu değildir diyemeyiz. Ancak ne yazık ki, insan hakları, adalet ve demokrasi konuları devletlerin dünyasında stratejik bir araç olarak yer bulur. Özellikle Bush yönetimi döneminde ABD'nin demokrasi promosyonunu Afganistan ve Irak işgallerini meşrulaştırmak için kullandığını hatırlayalım.
Doğrusu, demokrasinin ihraç edilemez bir şey olduğunu öğrendik artık. Zorlayan güç ABD de olsa demokratikleşme dayatılamıyor. O halde Türkiye'nin Arap Baharı'ndan sonra Suriye ve Mısır'daki otoriter yönetimlere karşı çıkışını nasıl anlamalıyız? Daha net sorayım: Türkiye demokrasi mi ihraç etmeye çalışıyor?
Bu sorunun cevabını Erdoğan'ın Dünya Ekonomik Forumu konuşmasında bulmak mümkün. Erdoğan'ın demokrasi vurgusu reel bir temele dayanıyor: halkların tercihine saygı. Ortadoğu'da yükselen şiddet ve terörün sebebinin halkların tercihlerine saygı duyulmaması olduğunu hatırlatıyor. Küresel sorunlara "çıkar odaklı" yaklaşmanın tehditleri teşvik ettiğinin altını çiziyor.
Erdoğan, uluslararası düzenin haksızlıklarına karşı çıkmakla Suriye ve Mısır gibi halkına katliam yapan otoriter rejimlere tavır almayı aynı yaklaşımın parçaları olarak sunuyor. Bununla birlikte, Erdoğan'ın söylemi demokrasi promosyonu gayretine dönüşmüyor. Zira Erdoğan önemli bir ayrım yapıyor: "halkının memnun olduğu otoriter rejimler" ve "halkının korktuğu otoriter rejimler."
Bu ayrımın gösterdiği şey şudur: Türkiye, çevresindeki bölgede yaşanan dönüşümü ve kaosu karşılamak için sadece stratejik güç hesapları yapmamaktadır. Bölgenin kaderinin önünde sonunda halkların tercihleri tarafından belirleneceğini görerek yeni bir siyasal dil kurmaktadır.
Demokrasi vurgusu iddialı ve etkin dış politika arayışının meşrulaştırılmasında seferber edilen bir yumuşak güç unsurudur. Yine bu demokratik dil, önümüzdeki onlu yıllarda bölgedeki siyasi ve entelektüel tartışmanın gündemine işaret etmektedir.
Doğrudur, dış politika güç ilişkileri üzerinden yürür. Ancak aktörlerin gelecek tasavvurlarında değerlerin dönüştürücü rolünü unutmamalıyız.
Çözüm sürecinden IŞİD ile mücadeleye kadar birçok güvenlik sorununda güç hesaplamalarını da yapan Türkiye, Irak ve Suriye başta olmak üzere bölgenin geleceğinin halkların tercihlerinden geçeceğini biliyor ve buna hazırlanıyor.