Bazı haberler vardır, duyduğunuzda önünü, sonunu düşünmeden içiniz sevinçle ve huzurla dolar. İşte, 49 rehinenin 101 gün tutsaklıktan sonra başarılı bir operasyonla sağ-salim ülkemize getirilmesi böyle bir haber. Bu operasyonda emeği geçen herkese müteşekkir olmak boynumuzun borcu.
Bu operasyon, Türkiye'nin Irak ve Suriye'de "operasyonel bir derinliğe" sahip olduğunu gösterdi. Rehinelerin kurtarılması ile IŞİD'e karşı eli rahatlayan Türkiye'nin bu örgüte karşı oluşturulan koalisyonda duruşunun değişip değişmeyeceği tartışılıyor.
ABD önderliğindeki koalisyon IŞİD ile mücadelenin altyapısını hazırlamakla meşgul iken ajanslara başka bir haber daha düştü. ABD Ulusal Güvenlik Kurumu (NSA) Direktörü James R. Clapper, ülkesi açısından IŞİD'den daha tehlikeli bir örgütün ismini verdi: Horasan örgütü. Amerikalı yetkililere göre, örgüt Ortadoğu, Kuzey Afrika ve güney Asya'daki eski El Kaide üyelerinden oluşuyor.
Bu haber aslında IŞİD ile yapılacak savaşın yeni El-Kaideler ya da IŞİD'ler üreteceğini de gösteriyor. Daha tehlikeli ve intikamcı örgütler.
ABD'nin IŞİD'le savaş stratejisi terörizmle mücadeleye dayanıyor. Halbuki bu tür örgütler, Yemen ve Somali'de olduğu gibi yerel halkla organik bağlar teşkil ediyor. Bu yüzden IŞİD'e karşı entegre bir siyasetle mücadele edilmezse muhtemel yeni örgütlere bölgesel ve yabancı savaşçıların katılımını engellemek de zor olacak.
IŞİD ile savaş sonrası ortamda "cihat" ettiğini söyleyen yeni grupların Ortadoğu'nun dini iklimini daha da parçalaması ve radikalleştirmesi kuvvetle muhtemel. Türkiye'nin çevresindeki coğrafyada yaşanan bu radikalleşme gittikçe büyüyen bir tehlike haline geldi.
Konuya istihbarat ve güvenlik açısından yaklaşmak yeterli değil. Bu radikalleşme kendi sert "İslami" anlayışlarını ve yeni "tekfir etme" imkânlarını üretiyor.
Oluşan bu tehlikeli ortamı karşılamada Türkiye'de AK Parti iktidarının olması bir fırsat teşkil ediyor. Zira AK Parti Hükümeti, IŞİD ve benzeri gruplarla mücadele edebilecek dini bir meşruiyete sahip.
AK Parti, Cihadi grupların gayri- İslami olmakla suçlayacakları laikçi bir çizgiden gelmiyor. Başörtüsü ve dini eğitim başta olma üzere toplumun dini taleplerini karşılamış durumda.
Bu, İslamcı kesimlerin Türkiye siyasal sistemine entegre olması demek. Hem de İslamcı geçmişten gelen siyasetçilerin ülkeyi yönetme sorumluluğunu üstlendiği bir dönemde. Ve bütün enerjilerini Türkiye'nin yeniden tanımlanmış milli menfaatlerini gerçekleştirmek amacıyla seferber ederek. Daha da önemlisi, hükümet farklılıklara saygılı İslami anlayışların beslenebileceği demokratik bir ortam sağlamış durumda.
Türkiye'nin dışından ve içinden İslami grupların ülkemizde örgütlenebilecekleri bir siyasal olgunluğa ulaştık. Ancak bu özgür ortamın radikal örgütlerin faaliyetleri ile zehirlenme çabası da gittikçe artacak. Bu yüzden Türkiye'nin bölgesel düzlemde İslami hareketlere yönelik kapsamlı bir politika oluşturması gerekiyor. Bu politika yayılmacı Selefi ya da Şiici akımlara engel olacak bir forma sahip olmak durumunda. Türkiye İslam'ının kendine has özelliklerini törpülemeyen bir etkileşim alanı yaratılmalı.
Anlaşılan, önümüzdeki on yıl, farklı İslam anlayışlarının rekabetine tanıklık edeceğiz.