Yarışma bölümünün hemen tüm filmlerini izlediğim 65. Cannes şenliğinden sonra, bu büyük festivalin sinemaya katkısı üzerine düşündüm. Ve her şeye karşın bu katkının son derece büyük olduğuna karar verdim.
Cannes (ve elbette Berlin'den Venedik'e, İstanbul'dan Antalya'ya tüm büyük ve ciddi festivaller) Oscar, Cesar gibi yıllık kurumsal değerlendirmelerden çok farklı olarak, keşfetmeye ve yenilikleri tanıtmaya yönelik girişimler. Onun için, diyelim ki Oscar'lardaki büyük popülerlik olmuyor, çünkü kimsenin henüz bilmediği filmler ve sanatçılar tanıtılıyor. Ama işte, asıl önemli olan da bu... Herkesin bildiğini yeniden yarıştırmanın gerçek sinema sanatına ne katkısı var? Eski deyimiyle, malumu bir kez daha ilam etmekten başka?
Aslında bu yılın kimileri çok ağır, kimileri sinemanın formatları ve verileriyle oynayan çok radikal filmlerini izlerken, ben de zaman zaman kitleye seslenen filmlerin rahatlığını aramadım değil. Koltuğunuza yaslanıp, yıldızlarından konusuna birçok şeyini çok iyi bildiğiniz filmlerin güvencesine sığınmak hepimizin hakkı değil mi?
Oysa Cannes'da bu yıl bazen kızdık, bazen sinirlendik, kimi zaman tahammül sınırlarımızın aşıldığını düşündük. Ama işte, o değişik filmler yarışmaya asıl değerini verdi. Gerçi özel olanla popüler olanın denge kurduğu filmler de ödül aldı. Haneke'ye ikinci Altın Palmiye'sini getiren Aşk filmi, bizlere çok yaşlı insanların da aşk için neler yapabileceklerini gösterdi. Jüri Büyük Ödülü alan İtalyan Matteo Garrone'nin Reality - Gerçeklik filmi, TV'nin seyirci üzerindeki muazzam etkisini gösterirken bizleri düşündürdü. Veya Ken Loach ustanın Jüri Özel Ödülü alan Meleğin Payı filmi, bir emekçi destanının ne kadar eğlenceli de olabileceğini kanıtladı.
Ama ya en iyi yönetmen ödülünü alan Meksikalı Carlos Reygadas? Adeta tüm yerleşik kurallara, sinemasal değerlere, kurumlaşmış her şeye karşı çıkan filmi seyirci tarafından ıslıklandı, eleştirmenlerden hakaret düzeyinde yargılar aldı, yıldız tablolarında yerlerde süründü. Tam bir linç atmosferi!.. Beğenen sanki bir ben vardım: Cumartesi günkü yazım tanıktır. (Hakkaniyetli olmak için, SABAH'tan gelen Esin Küçüktepepınar ve Murat Emir Eren arkadaşlarımın da filmi beğenenler arasında olduğunu söylemeliyim).
Böylece Altın Palmiye'li İtalyan ustası Nanni Moretti başkanlığındaki jüri, birçok kez görüldüğü gibi, ne genel seyirci, ne de eleştirmen diktasına boyun eğmedi. Ve kararlarını tüm dış etkilerden sıyrılarak, özgürce verdi. Bu ve başka bazı filmler, Cannes vb. şenlikler olmasa bırakınız ödül almayı, yapılamazlar bile... Jüri oyunculardan da Danimarkalı Mads Mikkelsen ve senaryo ödülünü de alan güzel Rumen filmi Tepelerin Ardında'nın iki gencecik oyuncusunu ödüllendirerek, İsabelle Huppert'den Nicole Kidman'a, Jean-Louis Trintignant'dan Marion Cotillard'a onca ünlü ismi es geçip gençlere destek oldu.
Yarışma telaşından göremediğim kısa filmimiz Sessiz ise o dalda Altın Palmiye aldı. Yönetmeni Rezan Yeşilbaş ve ekibini kutluyorum. Zaten bu yıl Cannes'da o kadar çok genç Türk sinemaseveriyle tanıştım ki, Türkiye'den gelen veya Fransa'da okuyan... Gerçekten yepyeni bir kuşak geliyor, haberiniz olsun!..