Cannes'da bu yıl Altın Palmiye için yarışan 22 filmin arasında en çok aşk temalı olanlar geliyor. Öyle ki bir gazete, festivalin "artistik direktörü", yani Türkçe'si tek seçicisi olan Thierry Fremaux için "filmleri seçerken herhalde romantik bir ruh hali içindeydi" diye yazdı.
Elbette filmlerin konusuyla kalitesinin pek bir ilişkisi yok. Yine de festivalin genel görünümü içinde "aşk filmleri"nin bu denli öne çıkması ilginç. Acaba aşkın insanoğlunun ezelden beri en ilgi duyduğu konu olması tezine mi başvurmalı? Yoksa günümüzün gitgide mekanikleşen ve maddiyata yönelen toplumlarında, aşkın yeniden sığınılacak en güzel liman olduğunun keşfedilmesine mi?
Durum zaten filmlerin adlarından bile anlaşılıyor. Örneğin Avusturyalı aykırı yönetmen Ulrich Seidl, yeni filmi Paradise: Love- Cennet: Aşk filminde çok farklı bir hikâye anlatıyor: yaşı geçmiş ve hali-vakti yerinde Alman/ Avusturyalı hatunların Afrika'nın yoksul ülkesi Kenya sahillerindeki tatillerini, yorgun ve aç bedenlerini doyuracak simsiyah gençleri bulmak için bir fırsata çevirmelerini... Kahramanımız, 50'sini çoktan aşmış Teresa da bu yolu seçiyor. Ve plajda emrine hazır seçilmeyi bekleyen genç adamlardan yalnızca seks değil, gerçek bir sevgi ve saygı görmeyi de umuyor. Ancak bunun onlar için sadece ticari bir iş olduğunu ve para taleplerinin sonu gelmeyeceğini öğrenmesi gecikmiyor. Dünya turizminin en azından bir bölümünün bu seks ticareti olduğu gerçeğinin altını çizen hayli özgün bir film, yarışmanın iyilerinden...
Yine Avusturyalı Michael Haneke usta ise Amour- Aşk adlı son filminde yaşlı âşıkları anlatıyor. Aşkın yaşı olmaz dercesine... Anlattığı, 80'ini aşmış mutlu bir çiftin öyküsü. İkisi de emekli müzik öğretmeni olan kültürlü ve görmüş-geçirmiş Georges ve Anne çifti, kadının geçirdiği kaza yüzünden birden tüm yaşamlarının sarsıldığını görüyorlar. Ve uzaklarda yaşayan kızlarına sığınıyorlar. Yaşlı çiftte bir zamanlar Ve Allah Kadını Yarattı'da Brigitte Bardot'ya eşlik etmiş Jean-Louis Trintignant ve ünlü Hiroshima Mon Amour- Hiroşima Sevgilim'le sinema tarihine geçmiş Emmanuelle Riva, kızlarında ise İsabelle Huppert var. Ve bu güzel film, insana aşk üzerine çok farklı duygu ve düşünceler ilham ediyor. Abbas Kiarostami'nin henüz oynamayan Like Someone İn Love- Âşık Biri Gibi'si de gelip bunlara eklenecek.
Festivalin üçte birinin geride kaldığı şu anda beni en çok etkileyen filmse Danimarka'dan geldi: The Hunt- Av. Thomas Vinterberg'i ülkemizde de gösterilen ve sonra oyun olarak da sahnelenen Festen- Şölen filmiyle tanıdık. Yönetmen bu kez hassas bir konuya, geri kalmışlar kadar uygar ülkeleri de etkileyen çocuk tacizine değiniyor. Ve en yakın arkadaşının hayalci küçücük kızının iftirasına uğrayarak hayatı kayan boşanmış bir adamın öyküsünü anlatıyor. Kendisi de delikanlı bir oğul sahibi Lucas'ın yaşadıkları, gerçekten ürpertici. Bizim gibi ülkelerde toplumsal linç denebilecek şeye sıkça rastlanır, ama Danimarka gibi kendisini uygar sayan bir ülkede yaşanan cehennem de az ürkünç değil. Önemli bir konuyu büyük bir ustalıkla anlatan filmde başroldeki tanınmış oyuncu Mads Mikkelsen de çok iyi. Film de, oyuncu da ödül listesine sızacak sanırım.