Öğleden sonra "Sandığa" tekrar gittik.
Allahım... Nasıl da kuyruk...
Nasıl da kalabalık.
Halkın "Sandık aşkına" şapka çıkarmak lazım.
Kalabalıktan birkaç kişi yanımıza geldi.
"Sandık başı muhabbetine" başladık.
Emekli bürokrat olduğunu söyleyen bir arkadaş sordu:
- Seçim bittiğine göre...
Tansiyon düşer mi?.. Siyaset ile paralel yapı çekişmesi biter mi?
"Ya sizce" dedik:
- Sizce ne olur?... Biter mi? Kalabalıktan biri atıldı:
- Bitmez... Size bir hikâye anlatayım mı? Başladı anlatmaya... Bildiğiniz hikâye...
Yılan susuzluktan ölmek üzereymiş... Çoban acımış kendi suyunu yılana içirmiş.
Yılan bu iyiliği unutmamış... Her gün çobana bir altın getirmiş.
Çoban zengin olmuş... Hacca gitmeye karar vermiş.
Giderken de oğluna tembih etmiş... Her gün kapının önüne bir tas süt koy... Yılan içsin... Onun getirdiği altını da al.
Çocuk hırslı... Şöyle düşünmüş... Günde bir altın almaktansa... Yılanı takip ederim... Yuvasına girerken öldürürüm... Yuvasındaki altınların tamamını da alırım.
Yılan gelmiş... Sütü içmiş... Altını bırakmış... Çocuk da yılanı takibe başlamış.
Yılan tam deliğine gireceği sırada... Çocuk elindeki bıçağı sallamış... Yılan bıçağı fark edip çocuğa saldırmış.
Sonunda... Yılanın soktuğu çocuk ölmüş... Bu arada yılanın da kuyruğu kopmuş.
Sonra... Adam Hac'dan dönmüş...
Olanları öğrenip üzülmüş.
Aradan bir süre geçmiş...
Adam, yılanı ziyaret etmiş:
- Gel seninle yine dost olalım... Eskisi gibi... Benden sana süt... Senden de bana altın. Yılan "Artık çok geç" demiş: - Sende o evlat, bende de bu kuyruk acısı varken...
Bundan böyle biz seninle dost olamayız. Evet dün Çayyolu'nda...
Sandık kuyruğunda... Bize bu hikâye anlatıldı.
Dinleyenler bize baktı:
- Yazacak mısınız?...
Yazmalısınız.