Hukukun da mantığı vardır ama hukuk mantık mesleği değil kurallar mesleğidir. Yargıçlar mantığa değil yazılı hukuka yani kanunlara bakarak karar verirler.
Ancak hukuku sadece kurallara bağlamak ve mantığı zorlamak da, toplumun adalete duyduğu inancı zedeler.
Örneğin seçimleri düzenleyen kanunları uygulamakla görevli bir yüksek yargı organı bir kişinin aday olmasında yasal bir engel görmeyip, seçime iki gün kala alınan bir başka yargı kararına dayalı olarak o kişi seçildikten sonra "Milletvekili olamaz" hükmünü verirse bu toplumda yargıya duyulan güveni zedeler.
Ayrıca o toplumun belleğinde sayısız siyasi mahkûmiyetler ve siyasi yasaklılıklar varsa ve geçen zaman içinde eski siyasi mahkûmlarla siyasi yasaklılar cumhurbaşkanı bile olmuşlarsa, yargı organları siyasete ilişkin hüküm verirken, daha da dikkatli olmak zorundadırlar.
Dicle, Balbay, Haberal...
Seçildikten sonra hakkında YSK tarafından "Milletvekili olamaz" kararı verilen Hatip Dicle'nin veya milletvekili seçilmelerine rağmen cezaevinden tahliye edilmelerine savcıların itiraz ettiği Mehmet Haberal ile Mustafa Balbay'ın durumları, yargı ile siyaset arasındaki karmaşık ilişkilerin günümüze de olumsuz yansımalar gösterdiğini kanıtlıyor.
Unutmayalım ki bugün üçüncü kez tek başına ve yüzde 50 oy oranı ile iktidar olan AK Parti, az kalsın Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılıyordu.
Veya bugün Türkiye'nin Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül'ün seçilmemesi için Anayasa Mahkemesi, Anayasa'nın da, teamüllerin de dışına çıkarak engelleyici bir karar almıştı.
Bugünün Başbakanı Tayyip Erdoğan da, ancak Anayasa değiştirildikten ve milletvekili olabilme hakkı elde ettikten sonra, genel seçim sonrası bir seçimle Siirt'ten milletvekili olabilmişti.
YSK'nın tartışmalı kararları
Yıllar öncesine, milletvekili seçilip hapisten çıkan Osman Bölükbaşı'na kadar gitmeyelim.
Veya önce Yassıada sonra da Kayseri mahkûmu siyasetçilerin sonradan milletvekili ve bakan olmalarını hatırlamayalım...
Ama YSK'nın seçim öncesinde, nisan ayında aralarında BDP'nin yedi adayının da olduğu 12 bağımsız ismin milletvekili adaylıklarını önce iptal edip, sonra da kamuoyu baskısıyla bu kararı geri alması, hâlâ hatırlarda değil mi?
Tabii ki bu gibi durumlarda ilk yapılması gereken, siyaseti yörüngesinden çıkartan bu tür yargı kararlarının dayandırıldığı yasaların değiştirilmesidir.
Bu açıdan geniş kapsamlı ve "Devlete karşı işlenen suçlar"ı kapsayacak bir af yasası, siyasetin istikrarı açısından galiba gündeme alınmalıdır.
Bu da galiba düşünülüyor.
Toplumun dirliğine ve siyasi istikrarın sürdürülmesine ilişkin sorumluluk sadece iktidarların sırtında değildir.
Kolektif sorumluluk var
Tüm siyasi partiler, sivil ve asker bürokrasi ve tabii ki "Yargı" da, bu sorumluluğu taşımak zorundadırlar.
"Ben kararı alırım, gerisi beni ilgilendirmez" anlayışının tüm ülke ile birlikte YSK'yı da nasıl zor durumda bıraktığını seçim öncesindeki adayların veto edilmesi sürecinde gördük
Unutmayalım.
Yasalar da eskir.
Bugün "Kürt Realitesi"ne ilişkin olarak seslendirilen söylemler bundan 15-20 yıl öncesinde seslendirilseydi, Türkiye'de cezaevleri tutukluların sayısı karşısında yetersiz kalırdı.
O yasalardan bazıları ve Anayasa'nın belirli maddeleri hâlâ yürürlükte.
Hukuku zamana sadece yasalar değil, yargı kararları ve içtihatlar da uyarlar.
Bu gerçeklerin ışığında BDP'liler de AK Partililer ve CHP'lilerle işbirliği yapıp, siyasete yargının mantık dışı müdahalelerini önleyecek yasaları değiştirmeye çalışmalıdırlar.
Dilerim seçimle milletvekili olanlar tutukluluğun ceza yerine geçtiği zaten bozuk olan hukuk düzenini geride bırakarak TBMM'ye katılırlar.
Dilerim "Hatip Dicle Krizi"ne yeni krizler eklenmez.