Geçmiş dönemlerin devletçi tutumu ile ünlü siyasetçilerinden bir Maliye Bakanı olmuştu.
Bir sorununun çözümü için o bakanı ziyaret eden bir işadamı, karşılaştığı durumu daha sonra bana şöyle anlatmıştı.
"Yeni bakana görevinde başarı diledikten sonra, sorunumu anlattım. Bu sorun Maliye Bakanı'nın bir talimatı ile çözümlenebilecek nitelikteydi.
Bakan anlattıklarımı dinledikten sonra sert bir yüz ifadesi ile beni azarladı,
-Bu sorununuzu çözersem siz bundan kazanç sağlayacaksınız, dedi.
Ben şaşırmıştım.
Bakana cevap vermeye çalıştım,
-Sayın Bakan ben bir hayır cemiyetinin başkanı falan değilim. Bir işadamıyım. Amacım tabii ki para kazanmaktır. Sizden yasadışı bir ayrıcalık istemiyorum ki. Bürokratik engellerin beni hakkımdan yoksun kılmasına müdahale etmenizi rica ediyorum.
Bu sözlerim üzerine bakan çok sinirlenmişti.
Beni bağırarak azarladı:
-Ben bu koltuğa sizler para kazanasınız diye oturmadım. Ben devlete ve millete hizmet etmek için bakan oldum!
Bu görüşmemizin sonu oldu.
Başım önde bakanın odasından çıktım."
Bu işadamının bana anlattıklarını sonra uzun uzun düşünmüştüm.
Bu bakanın yaklaşımı Türkiye'de uzun yıllar siyasete ve hatta kamuoyuna hâkim olan bir eğilimin yansımasıydı.
Bu yaklaşımı mesela Sivil Toplum Örgütleri'nin bazı kesimlerce sivil toplum örgütü olarak kabul edilmemelerinde de görmez miyiz?
Buna göre sivil toplum örgütü hiçbir çıkar grubunu temsil etmemelidir.
Bu eğilimi daha da ileri götürürseniz aslında ülkede yaşayan kimsenin herhangi bir konuda çıkarı olmamalıdır.
Bu yaklaşımın giderek kırıldığını ve gelişmiş dünyadaki gibi, her kişinin ve kesimin "Haklı" ve "Meşru çıkarlarının" kamu tarafından korunup desteklenmesi anlayışının ağır basmaya başladığını görüyoruz.
İşadamının kazanmasının hem istihdam hem katma değer yarattığı, hem de vergi gelirlerini artırdığı artık biliniyor.
Siyasetçilerin ve bürokrasinin halkın hizmetkârı oldukları, kimsenin "Milletin babası" olmadığı gerçeğini benimsememiz zaman aldı.
Ama artık geri dönüşü mümkün olmayan bir anlayıştır bu.