Şehir uykudadır.
Caddeler, sokaklar neredeyse ıssızdır.
Her yere sessizlik hâkimdir.
Şehre özgü gürültü patırtı ve koşturmacadan eser yoktur.
Çöpleri toplayan kamyonun üzerindeki sarı ışıldak bile sanki ağır ağır dönmektedir.
Ya trafik ışıkları...
Kavşaklarda trafik yoktur, o yüzden de ışıklar sarıda yanıp sönmektedir.
Sanki zaman akmıyordur! Hayat durmuş gibidir.
Bütün bunlar bize neyi işaret eder?
Gecenin ya geç bir vaktinde ya da sabahın erken bir saatinde olduğumuzu...
Büyük bir şehirde bile dingin saatlerin bulunabildiğini...
Öyle değil mi?
***
Ama bir dakika!
Bu görüntüler eğer
Hollywood yapımı gerilim filmlerinden birinde veya bir tv dizisinde karşımıza çıktıysa...
Biliriz ki, durum
tehlikelidir!
Az sonra bir kaza olacak veya bir cinayet ya da o denli ağır başka bir suç işlenecektir.
Ya da bu gördüklerimiz yaklaşan doğal afetin habercisidir.
Daha başlangıç jeneriğinde, perdede yazılar geçerken bir yandan da sessiz şehir parklarını, trafiksiz caddeleri, tek tük insanın yürüdüğü kaldırımları gösteren
kim bilir kaç felaket filmi izledik!
Daha o görüntüleri izlerken kalbimizin hızla çarpmaya başladığını inkâr edebilir miyiz?
***
Şimdi sadede gelelim...
Sürekli modern insanın
"durup bakma"ya olan ihtiyacından söz ediyorum ya hani...
Gündelik hayatın hızından ve gürültüsünden ara sıra koptuğumuzda zihnimizde yeni kapılar açılacağını anlatıyorum ya...
Ve
"bakma"nın (temaşa) atalarımız için
tefekkür anlamı taşırken bu çağda tembellikle özdeşleştirilmesinin çok ciddi bir yanlış olduğunu sürekli vurguluyorum ya...
Bütün bunları yapabilmek kolay iş değil!
Birincisi...
Çağın iş düzeni bize sürekli
"çabuk ol!" diye emir veriyor.
İkincisi...
Tam da yukarıda anlattığım gibi...
Filmlerin, dizilerin ve genel olarak medyanın
bilinçaltımıza kazıdığı bir korku var.
Güzelim geceler ve güneşin henüz doğduğu dua saatlerini tehlike beklentisiyle geçiriyoruz.
***
Yavaşlamak, durmak ve durup bakmak için iş düzenimizle önce sıkı bir kavgaya, sonra da sağlıklı bir uzlaşmaya ihtiyacımız var.
Ama
popüler kültürün bizi içine kapattığı basmakalıp kanatlar ve duygularla da köprüleri atmak zorundayız.
Binlerce yıl boyunca çevrenin sükûnete kavuştuğu anları
ilahi dengenin tezahürü olarak değerlendiren insanoğlunun şimdi
dinginliği kendine
"yabancı" olarak görüp korkması
acıklı değil mi?