Temaşa aynı zamanda tefekkürdür!
Öyleydi, daha doğrusu!
Doğu'da ve Batı'da eski kültürün derin kökleri bu ikisinin iç içeliği üzerine kuruluydu.
Yani durup bakabilen mutlaka görürdü; seyretmeyi bilen düşünmeyi de bilirdi!
Sonra modern dünya bu ikiliyi birbirinden kopardı. Seyretmek ya haz eylemi ya da tembellik olup çıktı. Düşünmek mi? O zihnin koşturmacası artık!
Ama bazen bir pencere içimizde uykuya yatmış bu beceriyi canlandırmaya yetiyor.
Emin olun, bir pencerenin önünde durup dışarıdaki hayata uzun uzun bakmak...
Ruhun kapalı kapılarını açabilir.
***
Güneşi beklemekten yorulup kendimi yağmur altında
İstiklal Caddesi'ne attığım geçen hafta sonu...
"Pencere"mi buldum!
Nasıl ve nerede mi?
Abbas Kiarostami'nin Film Festivali'nde gösterilen 1999 yapımı
"Rüzgâr Bizi Sürükleyecek" adlı filminden çıkmıştım.
Adı gibi güzeldi film.
Adı, dedim de...
Her dizesi insanın içini yakan İranlı şair
Füruğ'un bir şiirinden alıyordu adını.
"Duyuyor musun gölgelerin fısıltısını/ yabancıyım ben bu mutluluğa/ alışkınım mutsuzluğa" dediği şiirinden...
***
İstiklal'den aşağı doğru
Galatasaray'a yaklaşınca sola saptım. Sonra ilk bakışta bir çıkmazı andıran
Kartal Sokak tarafına...
Yıllar geçmişti
Urban Cafe'ye uğramayalı! Hâlâ yerinde duruyor muydu acaba?
Oradaydı! Saçlarını hep yandan ayıran, çok konuşmayı sevmeyen,
hep dalgın ve hülyalı bir eski dostu görmüş gibi sevindim!
Sonra girişteki masalardan birine oturdum.
Camın yanına...
Bana bakanlar
dışarısını seyrettiğimi sanmıştır, eminim.
Hayır!
Hayatımın derinlerini seyre dalmıştım!
***
Füruğ o şiirinde şunları da söylüyordu;
"Ey sevgilim evime gelirsen eğer/ bana bir lamba getir/ ve mutlu kalabalığı seyredebileceğim bir pencere"
Bütün bunları köşemde yazayım, diye geçirdim içimden.
"Hemen yanı başımızda veya uzakta da olsa
sevgilinin, bir fincan mis gibi kokan
kahvenin ve bizi hayata baktıran
pencerelerin
değerini bilmek"ten söz etmek istedim.
Birine sorsaydım...
Belki
"onca sıcak ülke gündemi içinde yazılacak şey mi bunlar" diyecekti.
Ama ben zaten bunu hep yapmıyor muydum!