Yaz geçip gideli bir buçuk ay oldu. Ben de " Ege kaçışları " defterini kapattım.
Ama "şehir hayatına geri döndün mü?" diye sorarsanız...
İşte o noktada duraksarım!
Çünkü bir iki kez Tünel ve Şehbender Sokak "harekatı"mı ve İstiklal'deki Robinson Crusoe Kitabevi'ne uğramamı saymazsak...
Bu sonbahar henüz hayatıma Beyoğlu girmedi!
Nişantaşı da öyle!
Şehrin sevdiğim kuytu köşe kafelerine, restoranlarına uğramadım. Alışveriş merkezlerindekilerle idare ediyorum.
İstanbul'un canlanmaya başlayan kültürsanat hayatını sorsanız...
Ne bir konser, ne bir sahne gösterisi ne de oyun!
REM konserine gitmek bile gelmedi içimden.
Bir iki sergi ve filmle idare ediyorum şimdilik.
O yüzden de bizim Yaşamdan Dakikalar programında Nebil bana dönüp "Haşmet, anlat bakalım nasıl geçti hafta? " diye sorduğu her sefer...
Sıkılıp ne söyleyeceğimi şaşırıyorum.
***
Peki nasıl geçiyor şehir hayatım?
Denizden içerlere doğru esen imbatın ferahlığından, karadutlu lorlu sabah kahvaltılarından ; cılız bir asmanın yanı başında ikindi şekerlemelerinden; Alsancak kafelerinde güneşi batırdığımız günlerden koptuğumdan bu yana ne yapıyorum?
Söyleyeyim...
İstanbul'un sonbaharına vurgunum bu yıl!
Bağdat Caddesi'nden Mühürdar'a...
Kandilli'den Tünel'e...
Bebek'ten Tuzla'ya...
Sokak sokak, cadde cadde mevsime özgü sarı ışığını takip ediyorum güneşin.
Dışardan bakınca fark etmezsiniz ama hüzün ve neşe el ele koşturuyor içimde.
Hem teslimiyet hem isyan!
Hem bereket hem hazan !
Hepsi var!
Hepsi sonbahar!
***
Bir de çok yeni bir hal gözlemliyorum kendimde...
Eskiden İstanbul'a yağmur yağdığında sadece kilitlenen trafiğe, sokaklardaki çamura pisliğe kızmakla kalmazdım.
Biliyordum ki, ruhum da ıslanıp çekiyordu!
Şimdi yağmuru sevmeye; yokluğunda özlemeye başladığımı hissediyorum.
Neden?
Yavaşça ama kararlı biçimde yağanına neden " rahmet " dendiğini daha derinden kavramaya başladığımdan belki!
Hem yağmurda sevgililerin kavuşmasına benzer bir yan buluyorum.
En çok da seyretmeyi seviyorum.
Tıkalı trafikte sileceklerin arkasından veya bir bakkalın tentesinin altına sığınmışken...
Bir kafenin yere kadar inen kalın camlarının ardında oturup kahvemi yudumlarken...
Bir de... evde söğüt ağacına bakan pencereden yağmuru seyretmek çok hoşuma gidiyor.
Hatırlıyorum da Tom Robbins bir romanında yağmuru şöyle anlatıyordu: "Daha sevgi doluymuş gibi görünen güneş, yağmurun koruyuculuğuyla yarışamaz. Yağmur kötülerin görüşünü karartır, ejderhanın ateşini söndürür. " (Sirius'tan Gelen Kurbağa.)