Günaydın ekimizde harika bir söyleşi var bugün. Şirin Sever kardeşim
Fatoş Güney' le söyleşi yapmış ve çok da iyi etmiş. Çekilen Fatoş Hanım fotoğraflarını görünce eski bir anı canlandı gözümde. Dinleyin, seveceksiniz eminim.
1979 yılıydı. Bir süre Vatan gazetesinde birlikte çalıştığımız gazetecişairyazar Nihat Behram aradı. "Sana bir sürprizim var. Çok önemli ve sürpriz bir yere götüreceğim seni. Ama fotoğraf makinelerini al yanına mutlaka" dedi.
Nasıl yani?..
Sonra buluştuk, Kabataş'tan vapura bindik ve Üsküdar'a geçtik. Bir taksiye atladık ve Zeynep Kamil yokuşuna doğru yol almaya başladık. Nihat Abi çatlattı, söylemedi son ana kadar. Sonra çocukluk yıllarımdan zaten her metrekaresine aşina olduğum bir mahalleyi, Sokullu tarafını tarifledi şoföre. Geldik ve Toptaşı Cezaevi'nin önünde durduk. 'İçeri gireceğiz' dedi. Şaşırdım. Boynumda fotoğraf makinelerimle elimi kolumu sallayıp nasıl girecektim ki? Meğer daha önceden izinler alınmış.
Müdür odası
Bir süre oralarda kayıt kuyut işleri yaptırıp ardından yukarılara bir yere çıktık. Kapısında müdür yazan yere girince heyecandan bayılacağımı hissettim. Çünkü karşımda ezeli bezeli hayranı olduğum Yılmaz Güney duruyordu. Kalktı, yüzüne o çok bilindik gülüşünü oturtup sıcacık bir sesle "Merhaba kardeş" dedi. Sarıldı öptü yanaklarımı. Neden sonra kendimi toparladım ve yanında duran o dünyanın en güzel gözlü kadınını ancak o an fark edebildim. Fatoş Güney'di o kadın. Uzun süredir içeride yatmakta olan eşini ziyarete gelmişti.
Sızmayacak tamam mı?
Sonra biraz hoş beş ve haydi başlayalım çağrısı. Hâlâ neye başlayacağımızı bilmesem de tahmin yürütüyordum. Herhalde bir röportaj ayarlamıştı bana Nihat Abi. Süper bir şey olacaktı bu. Gazeteye gidecek ve işte tam sayfalık işim diye hava atacaktım. Meğerse öyle değilmiş. Yılmaz Güney adına bir takvim ve poster serisi hazırlanacakmış. Bilahare çektiğim o bin dolu fotoğraflardan tek karesi bile sızmayacakmış gazetelere.
Art arda gelen
Ben çok bozulduğum halde Yılmaz Güney büyüsüyle gık etmedim. Sonra baktım minicik bir de oğlan çocuğu dolaşmaya başladı ayak altlarımızda. O küçük Yılmaz'mış meğer. Yanı başında da Güney'in ilk eşinden olma kızı Elif bitiverdi. Diğer mahkın sanatçıya olan saygısı, sevgisi görülmeye değerdi gerçekten de.
Sonra fotoğraflama seansı başladı. Kapıların önünde, demir parmaklıkların, görüş yerlerinin, mazgalların yanı başında, mutfakta, avluda voltada, tekli, ikili, ailece kareler art arda geldi.
Vakit tamam!..
Akşama doğru tüm çekimler bitmiş veda vakti gelmişti artık. Yine sarıldık, öpüştük, ayrıldık. Yeniden taksi tutup bindiğimizde Nihat Abi elini açıp "ver bakalım filmleri" dedi. Çaresiz verdim. Aradan 23 gün geçti telefon açtı. Sesi gürlüyordu;
Sen ne yaptım be oğlum. Yıktın bizi be!..
Afalladım konuşamadım. Gürleme devam etti:
Çektiğin filmler renkliymiş. Biz onları siyah beyaz banyosuna attık, kapkara bir şey çıktı .
O an dünya başıma yıkıldı. O sırada gazetede tasarruf olsun diye sarma film alır, boş siyahbeyaz kasetlerine sarardık karanlık odada. Laboratuardaki adam kasetlere bakıp siyahbeyaz sanarak yıkamıştı renkli filmleri ve hazin sonuç malum. Korka korka konuştum:
Abi kızmazsan bir şey söyleyeceğim. Ben bir iki kaset fazladan çekmiş sana vermemiştim. Hatıra diye saklamıştım kendime.
Hey gidi günler
Sevgili okurlar, hâlâ bile Yılmaz Güney kitaplarının arkasında, ona ait anıların anlatıldığı yayınlarda demir parmaklıklar arkasından siyahbeyaz gülümseyen bir Yılmaz Güney ya da sevgili eşiyle cezaevinde göründüğü kareler görürseniz hatırlayın, onlar o gün Nihat Abi'den tırtıkladığım fotoğraflardır.