Hem evet, hem hayır.
O dönem, Türkiye'nin Batı'nın "bir türüne" yöneldiği bir dönemdi. (Kusura bakmayın, günün modasına uyup Ahmet Şık ile Nedim Şener reklamı yapmayacağım, köklü meseleler beni daha çok ilgilendiriyor.)
O dönemde "iki ayrı Batı" vardı: Liberal Batı (Amerika, İngiltere, Fransa) ile faşist Batı (Almanya, İtalya.) Sovyetler Birliği de Batı değildi, Japonya da.
Memurlar faşistleri pek sevdiler... Ruhlarına hitap ediyorlardı! (İnönü İtalya'ya gitmiş, Mussolini'ye hayran kalmıştı.) Çünkü "kültür devriminin" yapılabilmesi için memleketin zart zurtla idare edilmesi şarttı. Liberal demokrasiyle halka ne şapka giydirilebilirdi, ne takvim değiştirilebilirdi, ne de kadınlara oy hakkı verilebilirdi... (1923 yılında "cumhuriyete geçelim mi" diye bir referandum yapılsa yüzde 1'den fazla oy alabileceğini sanır mısınız?) Üstelik Batı'nın birinci türü gözden düşmüş, ekonomik kriz yüzünden epeyce itibar kaybetmiş, yıpranmıştı. Komünizme ancak faşizmle set çekilebileceğini düşünenler de ağır basmışlardı. Bizde "komünizm tehlikesi" hiç yoktu ama Kemalistler'in gözünde "Osmanlı tehlikesi" vardı!...
Biz Batı'nın yeni piyasaya çıkmış ikinci türünü tercih ettik. Gene de kültür devrimi bir çırpıda değil, on yıla yayılarak, adım adım, "akla geldikçe" uygulandı.
Bu Batı, 1945 yılında tarihe karıştı. (Oysa Türk bürokratları bu rezilliğin kalıcı olacağını sanmışlar, ona göre hizaya gelmişlerdi!)...
Batı uygarlığının liberal kanadı milyonlarca şehit vererek ağır basmıştı (komünizmle, ilk fırsatta bozuşmak üzere, geçici bir ortaklık kurarak!) Ama Türkiye direndi...
Türkiye'yi yöneten bürokrasi faşizme pek ısınmıştı, ruhuna yakın gelmişti, bırakmak istemiyordu!...
Bu yüzden "demokrasiye geçer gibi" yaptı ama geçmedi.
İnönü'nün Türkiye'ye yaptığı en büyük kötülük, çok partili sisteme mecbur kaldığı için geri dönmesi (geçmesi değil dönmesi) ama faşizmin altyapısını hiç değiştirmemiş olmasıdır. Bürokrasi hegemonyasının sürebilmesi için bu şarttı, böylece bürokrasi iktidarı hem devretmiş, hem devretmemiş olacaktı!
Yeni gelenler de sonuçta "aynı ocaktan yetiştikleri" için hiç dokunmadılar faşizmin kalıplarına.
Darbeler oldu, gelenler gidenler oldu ama bu hep bir "iç kavga" olarak kaldı.
Çerçeveyi değiştirmeye, yirmi birinci yüzyıla kadar, halkın temsilcisi olduklarını söyleyenlerin bile gücü yetmedi. Üstelik korkuyorlardı (höt denince şapkayı alıp gitmek...) Sonra çok daha akıllı, çok daha becerikli ve çok daha güçlü bir halk kadrosu geldi.
Türkiye'de gene bir devrim olmaktadır.
Şimdi o Türkiye bitiyor, yeni bir Türkiye başlıyor.
Kavga bunun kavgasıdır.
Konjonktür değişmezse... Türkiye gene bir savaşa girip yenilmek akılsızlığını göstermezse tabii... O zaman da başladığınız noktaya dönersiniz. Tekrar dikta kurarsınız. Fakat bu sefer birinden birini tercih edeceğiniz iki ayrı çeşit Batı olmaz, işiniz Atatürk'ten çok daha zordur.
Yani bu sefer ortaçağa gider, Batı'ya değil, "üçüncü dünyaya" yönelmiş olur, Zambia ile buluşursunuz.
Bürokrasi sana söyledim, CHP sen anla...