Dante'nin "Divina Commedia" isimli dev eserinden bir dize okumadınız, bu satırı ünlü İtalyan şairlerinden Leopardi ya da Marinetti falan da yazmış değildir...
Fatih Terim'e ( "imperatore!" ) ya da onun İtalyanca hocası Donatella'ya sorarsanız da bilemezler.
Çünkü garson Hıdır yazmış.
Pizza mista della Mare Nera, "karışık Karadeniz pidesi" demek.
Fakat, Türkçesi'ni "Hacı Baba'nın Fırını" gibi biryerlerde altı ya da sekiz liraya yiyebilirken, İtalyanca isterseniz otuz altı lira yazarlar. Gözümle gördüm.
Doksanlı yıllarda, önce İstanbul'da, sonra Ankara'da "yeni zengin söğüşleme merkezleri" pıtırak gibi açıldı.
Bunlar genellikle yeni burjuvazinin tepiştiği Levent-Etiler taraflarında, hani Levent ve Etiler'i bizim çocukluğumuzda Levent ve Etiler yapan "bahçe içinde iki katlı evlerden" tornistan lokantalardı.
"Manita götürülen balık lokantalarından" farklıydı bunlar, buralarda öğle vakti iş yemekleri yeniyor, akşamları da mum ve şarap eşliğinde, yabancı filmlerde görülen muhabbetler taklit ediliyordu... (Yalnızca salatayla beslenen "iş kadınlarının" proteini nereden aldıklarını da bir türlü anlayamadım hayatım boyunca, öğle yemeğinde şarabı çeken işadamının öğleden sonra nasıl çalışabildiğini, toplantılara falan nasıl girebildiğini de...)
Bu tür lokantaların bütün numaraları, heryerde bulunabilecek yemeklerin fiyatlarını dörde beşe katlamaktı.
Yeni zengin, ürünün pahalı olunca iyi olduğunu varsayıyordu.
İskender yerine Alexander yemeye başlamıştı!
Anadolu içlerinden gelip balıkla yeni tanışan ve bizim kediye verdiğimiz istavrite üç yüz lira ödeyen, böylece yanındaki manitaya hava atan da aynı tuzağa düşüyordu, buralara uyum sağlayamayıp rahatsız olan ve sonunda gene soluğu "Hacının Kayınçosunun Bacanağının Yeri" gibilerden lüks kebapçılarda alan "mafya kokulu" karanlık adamlar da, alafranga takılan bankacı mankacı plaza çocukları da...
Bunun da dönem dönem "modası" vardı. Bir kış bütün yeni zengin takımı bir tek lokantaya akın ediyor, kapılardan dönülüyor, masa bulmak için millet birbirini yiyor, ertesi kış hoop başka bir lokanta moda olunca herkes oraya geçiveriyor, aynı "izdiham" bu kez orada yaşanırken eskisi bomboş kalıveriyordu...
Sonra daha "ciddi" lokantalar da açıldı tabii, artık "tempura" bulmak da mümkündü (Japon usulü karides tava), bizim Hakan'ın kavından ucuza kapatılmış Chateau Petrus şarabı da...
Fakat "söğüşleme" düzeni hep aynı kaldı.
Çünkü amaçlardan biri ve en önemlisi de karın doyurmak değil, orada kendi sınıfdaşlarına kendini göstermekti, "ispatı vücut" yani... Para sorun değildi.
Gazeteci arkadaşımız Bülent Cankurt ünlü bir lokantaya gitmiş, iki tabak makarna, bir diyet kola ve bir kahveye yüz on altı lira bayılmış, "kriz buralara uğramamış" diyor...
Uğramaz. Yeni Türk zengini, İtalya'da kamyon sürücülerinin ve tarım ırgatlarının içtiği Chianti'yi "lüks şarap" sandığı sürece uğramaz.